Jean-Luc Mélenchon: "Cumhuriyetçi Proje Mevcut Liberalizmin Önünde Engeldir"


Hakan Özbilen 23.01.2024

Ekolojik planlama, bağlantısız diplomasi, müşterek malların mülkiyeti, Avrupa projesine karşı itaatsizlik: Jean-Luc Mélenchon yeni kitabında (Faites mieux! Vers la révolution citoyenne, Robert Laffont, 2023) hareketinin programatik ve teorik eksenlerini geliştiriyor. Kolektif ağlar üzerindeki kontrolüyle karakterize edilen "haraca dayalı kapitalizmden" kopuşun yöntemlerini ayrıntılarıyla sunuyor. Kitabı ve güncel konular etrafında yaptığımız röportajı paylaşıyoruz.


LVSL – Kitabınızda kapitalizmin mekân ve zaman olguları üzerinde yol açtığı dönüşümlere geniş bir yer ayırıyorsunuz. Bu noktadan başlayabilir miyiz?


Jean-Luc Mélenchon – Mekân ve zamanı bir arka plan olarak değil, içinde var olduğumuz dünyayı anlama çabasının merkezi unsurları olarak yeniden ele alıyorum. Benim saldırı açım şu: Hem zaman hem de mekân, kendi başlarına birer toplumsal üretimdir. Bununla birlikte, bu iki kavramın tek bir gerçekliğe, kapitalizme özgü bir “mekân-zaman”a nasıl eklemlendiğini ortaya koymak için bunu yalnızca bir yola çıkış noktası olarak kullanıyorum. Tarihsel bir analiz doğrultusunda öncelikle hem bir örnek hem de bir başlangıçnoktası olarak, kapitalizm öncesi toplumlara özgü mekân-zaman durumunu ele alıyorum. Söz konusu dönemde tarımsal döngü tüm politik, sosyal, sanatsal, kültürel ve ritüel yaşamı belirliyordu. Bu zamansallığı dayatan mevsimler hızlı bir biçimde mekânsallaştırıldı. Firavun, Sirius yıldızını yükseltti ve bu büyülü anla birlikte tufan meydana geldi. Bu durum aynı zamanda ekili alanların oranlarının bozulmasına da yol açtı ve vergi toplamakla yükümlü görevliler tüm bunları yeniden hesaplamak zorunda kaldı. Benzer biçimde, dini bayramlar da tufandan önce ve sonra olmak üzere çeşitli dönüşümler geçirdi. Söz konusu olan, toplumsal ilişkilerden kaynaklanan bir üretim olarak siyasal analize dahil etme amacını taşıdığım toplumsal mekân-zamandır.


Kapitalizmle beraber zaman ve mekânın kaynaşması derinleşti. Bu noktada karşı karşıya olduğumuz durum sadece bir birleşme değil, bu iki unsurun a priori durdurulamaz bir sıkışma yönelimidir. Mesafeleri ve bunların günün belirli saatleri içindeki kullanımlarını düşünün: Coğrafyayla hiçbir alakası olmayan ancak tamamen toplumsal ritimlerle ilgili nedenlerden dolayı iki benzer mesafenin aşılması aynı süreyi almaz. Herkes bir fabrikayı aynı anda terk ederse trafik sıkışıklığının mesafeyi katetmek için harcanan süreyi artıracağı kesindir. Mekânın kilometre cinsinden uzunluğu yalnızca kuşlar için değerlidir ve bizler kuş değiliz. Dolayısıyla ritim, mekân-zaman analizi için en önemli unsurdur. Tarımsal mekân-zamanın ritmi mevsimlerin ritmiydi ve gezegenin güneş etrafındaki konumu tarafından tanımlanıyordu. Peki eğer ritimler artık mekân-zamana hükmediyor ve hatta bunu şekillendiriyorsa, o hâlde finansal kapitalizmin ritmi nedir? Sıfır-zamana yaklaşma eğiliminde olandır; ışığın, hızlı akışın, anlık olanın ritmi. Diğer bir deyişle, yüksek frekanslı ticaretin ritmi olarak da adlandırabiliriz. Sıfır-zaman, toplumumuzun temel ritimlerinin yöneldiği bir sınır haline gelmektedir. Bu açıdan baktığımızda "gerçek zaman" ifadesinin anlık zamanı belirtmek için kullanılır hâle gelmesini anlamlı buluyorum.


Ancak her koşulda toplumsal zaman aynı zamanda egemen toplumsal ritimle, dolayısıyla günümüzde kapitalizmin ritmiyle uyumlu bir ritimdir. Kapitalist döngünün klasik formülü bilinir; metanın paraya dönüşümü, tekrar meta halini alması, sonra tekrar paraya dönüşümü vb. Kapitalizm, onun hakkında ne düşünürsek düşünelim, sermayenin bu yeniden üretim ritmini hızlandırmaktan başka bir şey yapamaz. Bu, ekonomik ve finansal üretimin tüm yönleri için geçerlidir. Örneğin hisse senedi sahipliği döngüsü de zamanla ilgimi çekti; nitekim anonim şirket günümüz kapitalizminin temel biçimidir. Sözünü ettiğimiz sıkışma durumu burada da ortaya çıktı. Bir hisseye sahip olma süresi önceleri ortalama altı yıldı, zamanla altı aya düştü. Günümüz teknolojisinin mümkün kıldığı yüksek frekanslı ticaret yoluyla bu süre artık yirmi iki saniyedir. Bu sayı anlaşılır olmaktan oldukça uzak ve zaten onun işlevi tam olarak budur, beğensek de beğenmesek de kendini bize dayatır.


Çağdaş kapitalizmin mekân-zamanı kendi çıkarından başka hiçbir şey ifade etmez ve diğer tüm temel döngülerle; biyolojik, psişik ve hepsinden önemlisi doğal döngülerle çatışır. Böylece gelinen durumda – Phillipe Descola bu noktada doğa ile kültürü ayırdığım için beni bağışlasın – Batı dünyasında sermayenin yeniden üretimi ihtiyaç duyduğumuz doğal kaynakların yeniden oluşması için gereken süreyi aşıyor. Bir plastik poşetin yapımı bir saniye, yok olması ise dört yüzyıl sürüyor. Sonuç olarak kapitalist mekân-zaman diğer ritimleri kendine tabi kılarak yok eder. İstisnasız tüm ritimleri. Marx yanılmamıştı; kapitalizm, zamanı kullanarak mekânı fethetmeye çalışıyor. Bu sarsılış bizi ilgilendiriyor. Cevabı ise ekolojik planlamada yatıyor.



LVSL – Buraya kadar yapmış olduğunuz analizlerin 2008'den bu yana savunmaya devam ettiğiniz ekolojik planlama fikriyle nasıl bir ilişkisi var?


J.-L. M. – Öncelikle ekolojik planlamanın hiçbir şekilde kapitalistlerin ve Macron hükümetinin eş tutmaya çalıştığı biçimde ileriye dönük bir şirket yönetimi uygulaması olmadığını söylemek gerekiyor. Parmaklarını kontrol edemeyecekleri bir kolektivist sarmalın içerisine sokmamak için gösterdikleri büyük bir direnişin ardından, sonunda gerçeğin karşısında teslim oldular. İklim değişikliği sürecinden geçerken kapitalist bakış açısından hareket edenler de ekonominin gelişimine yön verme gerekliliği ile karşı karşıyadır. Ancak bir muhasebe organizasyonunun planlamaya benzer hiçbir yanı yoktur. Bizim önerimiz ise siyasi formülümüzde yatıyor: insanların kendileriyle ve doğayla aralarındaki uyumu. Armoni şiirsel bir kavramdır ancak müzikal ve materyalist açıdan bakıldığında iki ritmin senkronizasyonuna işaret eder. Ekolojik planlama kavramıyla bahsettiğimiz şey tam da bu senkronizasyonu organize etmektir. Bu biraz önce formüle edilen “yeşil kuralı” tamamlamak üzere tasarladığımız somut bir eylem biçimidir, buna göre ekosistemden asla kendini yenileme kapasitesinin ötesinde bir şey almamalıyız ve elbette ki bozulan döngüyü yeniden tesis etmek için gereken zaman dilimini gözeterek hareket etmeliyiz. Ancak bu formülde eksik olan bir şeyler vardı: Bunu ne kadar çabuk başarabiliriz? Önerdiğimiz ekolojik planlama bu soruyu cevaplayacak araçtır.


Bu tanım, bir ön varsayım olarak, zamanın kolektif mülkiyetini içerir. Dolayısıyla, paranın metaya ve tekrar paraya dönüşü sürecinin sürekli olarak hızlanması durumunun garanti altına alınması işlevini gören ve sermayenin zamana özel olarak el koyması şeklinde karşımıza çıkan temel mekanizmaya karşı çıkar. Her ne kadar planlama bir piyasa ekonomisine entegre edilebilse de ritimler arasındaki çelişkiler varlığını koruduğu sürece bu iki unsurun mantığı birbirine doğrudan karşıttır. Bizim önerimizde vurgulanan piyasa mekanizması değildir. Prodüktivizm bir beladır çünkü onun için ritimlerin eşzamansızlığı bir problem değildir. Ekolojik geçişte devletin rolünü güvenceye alma ihtiyacının farkına varan hükümet boşlukları doldurmaya çalışıyor ancak başarılı olamaz. Dolayısıyla eylemsizliklerini gizlemek için bu ekolojik planlama kavramını kullanmaya çalışıyorlar. Her şeye rağmen bu bizim için bir zaferdir, çünkü bütün siyasi mücadeleler aynı zamanda birer kültürel mücadeledir. İddiaya girebiliriz; bizim sözcüklerimizle konuşanlar, bizim gramerimizle yazmak zorunda kalacaklar. Zaten bu yönelimin neoliberalizm için taşıdığı tehlikeyi fark edenler oldu, bunların bir kısmının iklim şüpheciliğinin peşinden gitmeye karar vermesinin nedeni budur.



LVSL – Mevcut Avrupa bütçe çerçevesinin ortaya koyduğu engeller karşısında ekolojik planlamayı uygulama stratejiniz nedir?


J.-L. M. – Fransa sermayedarlarını beslemek için sürekli olarak borçlandı ve borçlanmaya da devam ediyor. Eğer ekolojik planlama modelimizi uygulamaya koyarsak, daha fazla yatırım yapmamızı engellemek için söz konusu borçlar üstümüze yüklenecektir. Formülümüz ise bilinmektedir: itaatsizlik etmek. NUPES (1) ortak programının içeriği tam da budur ve bunu müzakereler sırasında ittifaktaki muhataplarımıza uzun uzun anlattık. Ekolojiyi, onun salt ahlâki gücüne dayanarak, tüm vicdanlarda ve zihinlerde mevcut sisteme karşı bir çözüm olarak ortaya koyabileceğimize inananların karşısında yalnızca kendilerini aldattıklarını gösterdik ve sonunda bunu kabul etmek durumunda kaldılar. Şimdi ise NUPES’ten koparak, Avrupa Parlamentosu seçimleri için düzenledikleri lansman toplantılarında da görüldüğü üzere, sınıfsal içerikten yoksun bir “New Age” ekolojisi fikrine geri dönmektedirler.


Az önce değindiğimiz itaatsizlik fikri şu anlama gelir: Fransız halkıyla mutabık kalınarak alınan bir kararın Avrupa düzenlemeleriyle çelişmesi hâlinde bu kararın yine de uygulanması gerekir. Eğer halkımızla oluşturduğumuz bir sözleşmemiz varsa buna saygı gösterilmelidir. Avrupa Birliği üyesi olan devletlerin çoğunluğunun siyasi yönelimini değiştirebileceğimize inanmıyoruz. Ancak, eğer kendi halkları onlara seçimler yoluyla demokratik bir çoğunluk sağlamışsa, bunun neden bizim kendi yönelimimizi değiştirmemizi gerektirdiğini anlayamıyoruz! Biraz daha ileri gidelim. Fransa ile Avrupa kurumsal düzeni arasında bir uzlaşma sağlamak için, Avrupa mevzuatına şu kuralın getirilmesini öneriyoruz: Her bir alanda, “En Çok Kayrılan Ülke” prensibi (2) uygulamaya geçirilmelidir.


Somut bir örnek olarak glifosatı ele alalım. Avrupa Konseyi üyeleri kurnazca ve ikiyüzlü bir şekilde bir kez daha glifosatın yasaklanmasına karşı oy kullandı. Bir önceki seferde, karar alınmadan önce bir erteleme süreci olacağı konusunda anlaşmaya varılmıştı - hiçbir şey yapılmamasını meşrulaştıran olağan bir oyalama taktiği. Bu nedenle Avrupa Konseyi konuyu yeniden tartıştı ve çekimser oyların sayısı herhangi bir karar alınmasını engelledi. Bunun sonucunda Komisyon herkes için 10 yıl daha glifosat kullanımına izin vermiş oldu. Biz ise glifosatın bir zehir olduğunu ve onu ve onu içeren tüm ürünleri yasaklayacağımızı söylüyoruz. Vurgulamak istediğim şey söz konusu yaklaşımın tersine çevrilmesidir. Liberalizmin pek sevgili dostları Polonyalılar ya da Macarlar glifosat içmek istiyorlarsa onları tehlikeye karşı uyaracağız ama istediklerini yapmalarına da izin vereceğiz. Ancak mevcut durumun saçmalığını bir düşünün: Bu insanlar - Polonya ve Macaristan hükümetleri ve Komisyon - bizi sabah, öğle ve akşam zehir içmeye ve yemeye zorluyorlar! Bunu neden kabul edelim?



LVSL – Kitabınızın bir kısmını dedolarizasyona (3) ayırıyorsunuz ve BRICS'e katılarak diğer para birimleriyle ticaret yapmaya başlayan ve Amerika'nın parasal hegemonyasından kopmayı tercih eden ülke örneklerine değiniyorsunuz. Fransa bu sürece nasıl bir katkıda bulunabilir?


J.-L. M. – Öncelikle Tarih’in gerçekliğinin farkına varmamız gerekiyor. Geçmişe kısaca bir göz atalım. Birbirine düşman iki sistemle karşı karşıya olduğumuz bir dünyadan tek bir büyük gücün, ABD'nin askeri gücünün egemenliğine geçtik. 1991 yılı Sovyetler Birliği'nin çöküşüne ama aynı zamanda ilk Irak Savaşı’na tanıklık etti. O sıralarda “tarihin sonu" ve “barış kâr payı” söylemleri herkesin dilindeydi [editörün notu: "barış kâr payı” dönemin başkanı Bill Clinton'ın kampanya sloganlarından biriydi ve askeri-endüstriyel kompleksi beslemek için yapılan kamu harcamalarını başka sektörlere yeniden yatırmayı vaat ediyordu]. Dolarizasyonun sadece parasal bir mesele olmadığını ama her şeyden önce siyasi bir mesele olduğunu anlamak önemlidir. Uluslararası rezerv para birimine sahip olan ABD'ye istediğini, istediği şekilde ve istediği zaman harcama imkânı vermektedir. Bu sistem, ABD'nin herhangi bir maddi karşılığı olmaksızın ticari ve mali açık biriktirmesini sağlamıştır: Bu onların dünya üzerindeki hâkimiyetinin anahtarıdır.


Bugün BRICS’in tüm üyeleri dedolarizasyon mekanizmasına katılıyor. Açıkçası Amerikalılar bunu beklemiyordu. Her defasında para birimlerini destekleyecek bir ortak buldular. Önce Japonlar’dı, bu ortaklık yirmi yıl sürdü ve ardından yen ile dolar arasında eşitliğe ulaşıldı. Bu ABD açısından pek de olumlu bir durum değildi. Bu nedenle ortaklarını değiştirdiler ve Çin'e yöneldiler. Akıllıca bir seçim gibi görünüyordu: Hem çok ucuz emekten yararlanmak hem de sosyalist kampı bölmek gibi bir amaca hizmet ediyordu. Sonucu biliyoruz: Deng Xiaoping ve Nixon arasında Çin ve ABD arasındaki rol paylaşımına ilişkin müzakereler. O dönemden itibaren Çinlilerin rolü, düşük maliyetle üretim yaparak elde ettikleri dolarlar karşılığında Amerikan Hazine bonoları satın almaktı, ki bu bonolar da dolar cinsindendi. Ve bu sıkı döngüyü takip ederek devam ettiler.


Burada bir parantez açmak ve Avrupalı elitlerin, biz bilgisayar üretmeye devam ederken Çinlilerin şemsiye üreteceğini düşünerek, üretimin bu büyük ölçüde yer değiştirme sürecini desteklediğini hatırlatmak istiyorum. Artık Çinliler hem şemsiye hem de bilgisayar üretiyor, biz ise hiçbir şey. Bir “hizmet toplumu”nun varlığına inandık. Bu durum çılgınlığa yol açtı: “Nike modeli”ydi bu; bitmiş ürünün patentini elimizde bulundurma fırsatına sahip olma yoluyla ayakkabı üretiminden, fabrikalardan, makinelerden, işçilerden kurtulmayı hayal ettik. Bu geçiş, küreselleşmeyi olağanüstü bir şekilde kolaylaştıran ve aynı zamanda dijital küreselleşmeyi mümkün kılan bir süreç olarak kapitalizmin ulusötesi ve finansal dönüşümüne karşılık gelmektedir. Ancak bu temel bir koşula bağlıydı: küresel ölçekte tek bir para biriminin, doların varlığı ve hiç kimsenin onun ayrıcalığını sorgulamaması.


Aslında bu durum sonsuza kadar süremezdi. Amerika Birleşik Devletleri'nin sayısız güç suistimalinin ve giderek daha fazla ihtiyaç üreten nüfus artışının çifte etkisi altında, ABD'nin tekil egemenliği giderek bir fren işlevi görmeye başladı. Para biriminizin değerini belirleyen aktör, bunu dünyanın geri kalanının zararına ve hiçbir kısıtlama olmadan istediğini yapmak için kullanıyorsa üretiminizi nasıl rasyonel bir şekilde organize edebilirsiniz?


Dedolarizasyondan ilk bahseden Çinliler oldu. Peki neden? Çünkü biraz önce anlattığım süreç sayesinde en büyük dolar stokunu onlar biriktirmişti. Ancak ortak bir küresel para birimi çıkarmayı önerdikleri anda iki şey oldu: Bir yandan Amerikalı liderlerin öfkesini üzerlerine çektiler ve bunun sonucunda da doların göreceli kırılganlığı fark edildikçe birçok devletin rezervindeki dolar miktarı azalmaya başladı. Başlangıçta Rusya'nın yaptığı da buydu, Çin de hemen ardından geldi. Çin o kadar büyük miktarlarda dolar biriktirmişti ki, para biriminde ani bir çöküşe neden olmamak için ihtiyatlı davranmak zorunda kaldı - aksi takdirde kendisi de çökecekti.


Dolayısıyla dolar Amerikan düzeninin aşil topuğudur. Önümüzdeki soru ise şudur: Bunu neyle değiştireceğiz? İlk cevap şuydu: ulusal para birimleriyle. Aslında bu oldukça yeni bir fikir. Başkan Lula ile görüştüğümüzde ona dolar ticaretini durdurmayı gerçekten planlayıp planlamadığını sormuştum. Verdiği cevap beni çok etkiledi: “Bunda meselenin ne olduğunu anlamıyorum. Ulusal para birimimizle ticaret yapmak normal değil mi? Ne de olsa onu basan biziz". Hiç şüphesiz, duyulmamış ve uygulamaya geçirildiği takdirde uluslararası düzende bomba etkisi yaratabilecek bir fikre sıradanlık havası katma niyetindeydi.


Bu koalisyona uluslararası düzeni değiştirmeyi amaçlayan yeni devletler katılacak ve bunlar sıradan ülkeler değil. Ortak bir para birimi yaratmayı hedefleyen BRICS'e altı yeni üye katıldı. Ocak ayında altı ülkenin daha katılması ve BRICS'in dünyanın önde gelen petrol ve gaz üreticisi haline gelmesi bekleniyor. Bugün bu üretimin çoğu dolar üzerinden ödeniyor. Beş üyesiyle BRICS daha şimdiden dünya ekonomisinde G7'den daha büyük bir paya sahip. Şu anda BRICS Bankası'nın başında bulunan eski Brezilya Devlet Başkanı Dilma Rousseff'in de belirttiği gibi BRICS+6, G20'den daha büyük bir GSYH'ye sahip olacak. Dünya düzeni alt üst olma sürecindedir ve mesele bu sürecin nasıl yönetileceğidir. Eğer olayların şu an olduğu haliyle gelişmesine izin verirsek, sadece en güçlüler paçayı kurtaracaktır ve biz Fransızlar artık en güçlüler arasında değiliz. İşte bu nedenle liderlerimizi uyarıyorum, bu süreçten gerekli dersi çıkarmaları gerekiyor. Bu ders tek bir cümlede özetlenebilir: Artık aynı hizada olmamalıyız.


Eğer Amerika Birleşik Devletleri'nin yanında yer alırsak onun hegemonyasının savunulması amacı etrafında örgütlenen çatışmanın içinde yer alırız. "Medeniyetler çatışması" teorisi başka bir amaca hizmet etmek için icat edilmedi. Dolayısıyla NATO'dan ayrılmak ve bağlantısız bir ülke olmak her şeyden önce Fransız halkının çıkarınadır. BM'de olup bitenleri bir düşünün. Ukrayna meselesinde Batı cephesiyle ile aynı safta yer almayan ülkelerin sayısını saymanız yeterli. Küresel bölünme kayda değer boyuttadır. Daha yukarıdan bakalım: BM tarafından tanınan 195 ülkenin yaklaşık %75'inin sınır anlaşmazlığı var. Söz konusu 126 ulusun %28'i şu anda silahlı çatışma içinde. Dünya barışını Batı'daki çatışmaların çözümüne indirgeyemeyiz. Bu söylediğim sadece ahlaki bir duruşun değil ama aynı zamanda uluslararası düzenin durumu konusunda berrak bir bakış açısının gerekiliğidir. Aynı şekilde Batı, inşa ettiği uluslararası hukuku ayaklar altına alarak, bugün yaşadığımız karışıklıkların önünü açmıştır. Bunu görmek için son otuz yılda sınır ihlallerinde yaşanan artışa bakmak yeterlidir. Bu sarmalın devam etmesini önlemenin tek yolu uluslararası hukuka saygı gösterilmesini sağlamaktır. Güney ülkeleri, her ne kadar bu terim bugün pek bir anlam ifade etmese de, başka bir şey istemiyorlar.


Bu durum karşısında ne yapmalıyız? Bazı iyi niyetli insanlar "çok kutuplu bir dünya" çağrısında bulunuyor. Ben bu amacı kesinlikle paylaşmıyorum. Çok kutuplu bir dünya, yani birbiriyle rekabet eden çok sayıda büyük güçten oluşan bir dünya savaşa yol açar ve bunun bedelini geçen yüzyılda ödedik. Felaketlerden sonraki bir başka yanıt ise Birleşmiş Milletler'in kurulmasında yatıyordu. Bu noktaya gelmek için epeyce uğraşmak gerekti. Bugün Birleşmiş Milletler, Güvenlik Konseyi'ndeki veto yetkisi ilkesiyle engelleniyor. Bu konuda yapılması gereken tartışma artık bu haktan başka kimlerin faydalanması gerektiğidir. Halkların egemenliğine saygıyı teyit etmenin ve bunun bir saf çatışma mantığıyla sonuçlanmasını önlemenin tek yolunun bu olduğunu aklımızda tutmalıyız.


Bizim pozisyonumuz şudur: Ne pahasına olursa olsun, uluslararası hukuka saygı gösterilmesini ve çatışmaların çoğalmasını durdurmak için genişletilmesini sağlamalıyız. Bu nedenle uluslararası hukukun müşterek kaynakları da kapsayacak şekilde genişletilmesini savunuyoruz. Kitabımda değindiğim “ortak amaçlar stratejisi”, ekosistemimizi korumak için kapitalist sömürüden nelerin kaçması gerektiğini somut olarak tanımlamayı mümkün kılmaktadır. Askeri güçten, daha doğrusu gücün salt askeri bir mesele olduğu fikrinden vazgeçmemiz gerekiyor. Güç yaşadığımız çağda öncelikle kültürel bir gerçekliktir.



LVSL – Chantal Mouffe ve Ernesto Laclau'nun savunduğu popülist stratejiden ayrılan ancak yine de politik mücadelenin kültürel bir kavrayışına dayanan bir halk tanımı öneriyorsunuz. Bu görünüşteki karşıtlığı nasıl açıklıyorsunuz?


J.-L. M. – Farklılıklara işaret etmekte haklısınız. Bu noktaların üzerine giden teorik tartışmalara ihtiyacımız var. Bazı ayrılıklar en derin saygıyı beslediğim kişilerle aramızda tartışmalara yol açtı. Hatırlayalım, Chantal Mouffe ve Ernesto Laclau antagonizmayı demokrasinin temel unsuru olarak yeniden canlandırdılar. Bu bazılarına sıradan bir atılım gibi gelebilir ama her zaman böyle değildi: Uzlaşmanın demokratik bir toplumun mükemmel bir örneği ve başarısı olarak görüldüğü zamanları biliyorum. Herkes en abartılı biçimlerde uzlaşmacı olduğunu iddia ederdi. Michel Rocard’ın şu sözünü hatırlıyorum: “Fransız halkının çoğunluğundan farklı bir şey istemenin hiçbir meşruiyeti yoktur” - buradan varabileceğimiz nokta ise siyasetin ya tümden sonu ya da saf bir ikna piyasasına indirgenmesi olabilirdi. Çatışma stratejisi ise işçi hareketi kadar eskidir. Bilincin ancak mücadele içerisinde oluştuğunu ilan edenler vardı. Laclau ve Mouffe bu eski ama bir o kadar da temel fikri yeniden hayata geçirdi.


Ancak çatışma fikri, toplumu yapılandıran “onları” ve “bizi” tanımlamak için yeterli değildir. Bunların sosyal içeriklerini analiz etmemiz gerekir. Fabrikada, şirkette, toplumda kendiliğinden bir “onlar” ve “biz” vardır. Egemenler için ideolojik mücadele bu ikisini birbirine harmanlayarak mutlak bir “biz” içerisinde kapsamaktan ibarettir. Tarihsel olarak toplumsal mücadelenin yadsınması korporatizm biçiminde somutlaşmıştır. Bu ise, sizin de çok iyi bildiğiniz gibi, dönemin koşulları gereği olarak faşizme yol açmıştır. Peki neden? Çünkü toplumsal çatışma kontrol edilemez. Onu kontrol etmenin tek yolu güç kullanmaktır. Artık din, ideoloji, siyasi söylem ya da aptalca reklamcılık yollarıyla elde edemeyeceğiniz şeyleri ancak güç kullanarak dayatabilirsiniz.


Daha açık bir şekilde devam edecek olursak, 1980'ler ve 1990'larda "girişimcilik" adı altında bu karşıtlıklar silinmeye çalışıldı. Peki bu çatışmadaki karşıtlar kimlerdir? Bir materyalist için antagonizma toplumsaldır ve insan yaşamının temel işlevleri üzerindeki tahakküm etrafında döner. Bunlar bir insan doğasını değil, bir insanlık durumunu tanımlar. Bu tez Marksist düşüncenin kalbinde yatar; buna göre herkes sürekli olarak kendi maddi varoluşunu üretmek ve yeniden üretmek zorundadır. Bu her zaman toplumsal ve kültürel olarak belirlenmiş koşullar altında ve özellikle de teknik gelişme düzeyiyle bağlantılı bir biçimde gerçekleşir. Ben bu temel teorik arka plandan hareket ediyorum, ancak bunu genişletiyorum: Antagonizma işçilerle sınırlı değildir, toplumun tamamına yayılır. Odak noktamızı bu şekilde kaydırdığımızda, gerçekten de orada üretmeyen insanlarla karşılaşıyoruz: emekliler, öğrenciler, ücretli olarak çalıştırılamayan engelliler, işsizler vs. Ancak bugün tüm bu insanlar maddi varlıklarını üretmek ve yeniden üretmek için kolektif ağlardan geçmek zorundadır. Bu sıfat olmadan ağ kelimesi tek başına yetersiz kalır. “Kolektif” derken, gündelik ihtiyaçlarımızın dağıtım yöntemini kastediyorum: gaz, elektrik, su, dolaştığımız sokaklar vb. Buna ek olarak, iş bölümü ağların uluslararasılaşmasına yol açmakta ve bu durum da ağa dayalı üretim için oluşturulan yeni tipte bir mekân örgütlenmesi içerisinde bu ağların kullanımı etrafında kapitalist üretim tarzını bütünleştirme eğilimi taşımaktadır: Küreselleşme olarak adlandırdığımız olgu budur.


Bu nokta çok önemli çünkü tahakkümün hangi araçlarla gerçekleştiğini, aktörlerinin nasıl kurulduğunu ve çözümlerin nasıl ortaya çıkabileceğini analiz etmemizi sağlıyor. Bir yanda bu ağlara açıkça ihtiyaç duyan herkes, diğer tarafta ise sözünü ettiğimiz ağlara el koyan ve bunlara erişimi kontrol edenler var. Temel toplumsal tahakküm ilişkisi bu şekilde ortaya çıkıyor. Faturasını ödemediği için suyu kesilen birini düşünün. Emeğinin ürününden mahrum bırakılan işçinin yabancılaşmasına ilişkin Marksist kuram, bu durumda çok daha şiddetli bir şekilde günceldir çünkü insan öncelikle ihtiyaçlarından oluşur. Kişinin temel ihtiyaçlarını karşılayacak araçlardan mahrum bırakılması, kendisinden dışlanması anlamına gelir. Bu şekilde, “halkı” kapitalizme bağımlı bir toplumsal ilişki içine yerleştirerek birincil toplumsal aktör olarak tanımladık. Köle ve efendi, serf ve lord, proleter ve burjuva arasındaki eski karşıtlıkların yerini halk ve oligarşi kategorileri almıştır. Bu ikilik, Marksist sınıf mücadelesi vizyonuyla çelişmez; aksine sınıf mücadelesi meselesinin gerçekliğin her alanına yayılmasını ifade eder.


Bunu kavrayabilmek için kapitalizmin günümüzde varoluşumuzun tüm boyutlarını ne ölçüde işgal ettiğini görmemiz gerekiyor. Basit bir örnek verelim: su. Eskiden, militanlarımıza verilen Marksist iktisat eğitimlerinde kullanım değeri ile değişim değerini birbirinden ayırmak ve birinci kavramın kapsadığı ancak diğerinin kapsayamadığı (faydalı ama metalaştırılamayan) bir mal örneği vermek için kaçınılmaz olarak su örneği aklımıza geliyordu. Suyun herkes için bir meta haline gelebileceği ve bir değişim değeri kazanabileceği akla gelebilecek en son fikirdi. Fakat açıkçası bugün artık durum böyle değil.


Günümüz kapitalist üretim tarzının püf noktasını bulmamızı sağlayan kavrama buradan varıyoruz, ağlar ihtiyaçların karşılanmasını ve yaratılmasını mümkün kılar. İhtiyaçların yaratılıp ağların oluşturulması yoluyla kolektif bir biçimde terbiye ediliyoruz. Kitabımda tartıştığım şey de tam olarak bu, yanlış bir şekilde makinelerin yalnızca ihtiyaçlarımızı karşılamamıza yardımcı olduğunu düşünüyoruz, ancak aslında bize bunları öneriyorlar. Bize sundukları seçeneklere hapsolmuş durumdayız; ki bu seçenekler, bizim ürettiğimiz ve ardından belli amaçlar doğrultusunda toplanan ve analiz edilen tüm veri birikiminin sonucudur. Bu döngü arzularımızın ifade alanlarının genişlemesi olarak görünebilir, ancak gerçekte olan yalnızca üzücü bir daralma durumudur. Bu noktada geleneksel Marksizm ile kendi Marksizmimiz arasında açık bir ayrışmaya işaret ediyoruz. Razmig Keucheyan'ın yapay ihtiyaçlara ilişkin tezi bu açıdan oldukça ikna edicidir: Kapitalizmin yalnızca temel ritmini hızlandırmaya değil ama aynı zamanda birikim kapsamını sürekli olarak genişletmeye ve varlığını sürdürmek için yeni ihtiyaçlar yaratmaya da ihtiyacı vardır. Ancak ben "yüzeysel ihtiyaçlar" terimini kullanıyorum çünkü bunlar arzularımızı tatmin etmeye yardımcı olur ancak varoluşumuz için gerekli değildir. Bu süreç, toplumsal üretimin tamamının hem mekân hem de zaman açısından analizini ama aynı zamanda ihtiyaç ve arzularımızın yaratılmasını içerir; yani bizzat insanlık durumunun toplumsal üretimini.


Dolayısıyla bu perspektif, sermaye birikiminin kaynaklarının yalnızca üretimdeki sömürüye dayanmadığı sonucuna ulaşmamızı sağladı. Başka bir deyişle, Marksist bir bakış açısıyla hareket edecek olursak, mesele basitçe insanları ücretsiz çalıştırmak yani emeklerini gerçek değerinde ücretlendirmemek değildir. Birikimi mümkün kılan şey yalnızca artı değerin ele geçirilmesi değil ama aynı zamanda ve her şeyden önce söz konusu birikimi mümkün kılan ağlara erişimdir. Durand'a göre, haraç mantığı, maddi olmayan kolektif ağlara erişimi koşullandırmaktadır; eski zamanların harç, vergi ödeme noktalarının yerini herhangi bir siyasi kontrolün dışında kalan ve sürekli bir haraç ödemekle yükümlü olduğumuz GAFAM (4) almış durumdadır. Bu mantık tüm üretim tarzına nüfuz eder ve gezegenin dört bir yanında müşterek malların ve kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi gibi diğer eski yağma türleriyle birleşmektedir.


Sonuç olarak tarihsel materyalist yaklaşımı takip etmeye devam ediyorum. Kapitalizm tarih dışı bir varlık değildir. Kapitalizm dönüşüm geçirdikçe onu analiz etmeye devam etmeli ve artık onun birikim sürecinin merkezi haline gelen haraç mantığına tabi olduğumuzu kabul etmeliyiz. Üretim tarzımızın evriminde yeni bir aşamanın farkına varmak önceki aşamaları yadsımak anlamına gelmez ve bu kitapta önerdiğim teorik düşünce aracılığıyla yapmaya çalıştığım şey de bundan ibarettir.



LVSL - Tarif ettiğiniz kolektif ağlara erişim mücadelesi ile bu ağları haraç temelinde yönetenlerin mevcut uluslararası hegemonyasını nasıl uzlaştırabiliriz? Başka bir deyişle, bu bir ölçüde korumacılık olmadan başarılabilir mi?


J.-L. M. - Bir ağa erişim mutlaka o ağ üzerinde uluslararası ölçekte uygulanan tahakküme bağlı değildir. Ancak durumun buraya varabileceğini söylemekte haksız sayılmazsınız. Rus gazı örneğini ele alalım: Batı kampı içerisinden birileri Nord Stream 2’yi (5) patlattı [Editörün notu: bazı Amerikan medyası mensuplarına göre saldırının arkasında Ukraynalı bir subay vardı; daha önce araştırmacı gazeteci Seymour Hersh, Amerikan servisleri içindeki bir kaynağa dayanarak ABD'yi suçlamıştı], hem de tam da bir başka hat Atlantik’in diğer yakasından Avrupa’ya Amerikan LNG’si (6) tedarik etmek için faaliyete geçtiği sırada: Ne tesadüf, gerçekten de çarpıcı bir eşzamanlılık! Dolayısıyla eğer bir ağdan bahsediyorsak temel meselenin onun bütünü olduğunu söylemekte haklısınız. Ancak bir gerçek daha var; o da güç dengesi. Birisi ağlarımızı devre dışı bırakmaya çalışırsa neden yanıt veremeyelim? Burada bireysel düzeyden değil, ulus-devlet düzeyinden bahsediyorum. Denizaltı kablo ağlarının çoğu Fransa'dan geçiyor. Bunları başka bir yere inşa ettiğimiz takdirde onları bizi tehdit eden bir ülkeye karşı-baskı uygulamak için kullanabiliriz. Bu seçenek göz ardı edilmemelidir; korumacılığa bölgesel veya ulusal ölçekte daha geleneksel bir yolla katkı sağlar. Aynı zamanda, birçok müşterek malın ve dolayısıyla birçok ağın evrensel kolektif mülkiyetini gündeme getirmek de pekâlâ mümkündür. Öte yandan, gerekirse güç kullanarak ağlara erişimi garanti altına alan uluslararası hukuku da unutmayalım. Ağlara erişimin kesilmesinin nasıl korkunç bir savaş silahı hâline gelebildiğini bugünlerde Gazze'de görüyoruz. Kitabımda artık hayati önem taşıyan bilgiye erişim meselesine odaklanıyorum. Günümüzde neoliberalizm bir nevi obskürantizm (8) gibi işliyor: Haraca dayalı mantığı aracılığıyla, daha önce ücretsiz olan bilgiye erişimi paralı hale getiriyor. Ancak temel bilgiler kolektif düşüncenin genişlemesini sağlar ve biz doğrudan onların keşfine bağımlıyız. Bu durum tıp alanı için de geçerlidir. Bu bilgileri dijitalleştirme yoluyla müşterek hâle getirmek, benim için, 21. yüzyılın genel insani çıkarları açısından bir oldukça önemli hedeftir.


Kitabımın bir kısmını nüfustaki dalgalanmalar ile bilgi birikimi arasındaki ilişkiyi göstermeye ayırdım. En uzak görünen coğrafyalar da dahil olmak üzere her durumda etkili olup olmadığını görmek için bu bağlantı üzerinde durdum. İlk bakışta bu fikrin geçerliliğinden elbette şüphe duyulabilir, nitekim bir aptal topluluğunun pek de akıllı sonuçlar üretmeyeceğini düşünebiliriz. Aklıselim bir yaklaşım bize tartışmaya katılan kişi sayısı ile sonucun kalitesi arasında hiçbir ilişki olmadığını gösterebilir. Ancak var. Bu bağlamda, kendi düşüncelerimden değil, demografik daralma veya ticaretin gerilemesi ile karşı karşıya kalan toplumlara ilişkin bilimsel makalelerden yola çıkarak bir ispatlama deniyorum. Bu toplumlar zamanla belirli araçların kullanımı için gerekli ön koşulların varlığından mahrum kalmıştır. Örneğin, bir kabile kendisini Avustralya kıtasından koparılmış bulduğunda, bu toplumun nüfusu diğer çoğunluklara kıyasla gerilemiştir ve bu tamamen açıklanabilir bir durumdur. Birçok sözlü geleneğe sahip olan bu Tazmanya kabilelerinde, örneğin tıbbi bir sorun ortaya çıktığında, birisinin bunun nedenini ve çaresini keşfetme olasılığı, o kabileye mensup insanların sayısı ile aynı oranda artıyordu. Aslında ne kadar çok insan varsa birinin mutlu ve beklenmedik sonuçlar yaratacak absürt bir eylemde bulunma olasılığı da o kadar yüksek olur. Tesadüfi keşifler insanlığın bilgi birikiminde son derece önemli bir rol oynar, değerli profesörler lütfen kusurumuza bakmasın!


Bu da bana kitabımda, belirli iletişim ve değişim araçlarının yaygınlaşmasının bir sonucu olarak anlaşılan kümülatif bilgiden bahsetme imkânı veriyor. Buradan yola çıkarak Vladimir Vernadski adında bir Sovyet kimyagerden aldığım bir kavramı gündeme getiriyorum: noosfer (7). Kendisi büyük bir kimyagerdi ve biyosfer kavramını da ona borçluyuz: Her vücut kimyasal özelliklerden oluştuğu ve diğer bedenlerle kimyasal alışverişlerle karakterize olduğu için, bir biyosferde yaşadığımıza inanıyordu. Aynı şekilde noosfer kavramını da icat etti: “Zihin Küre”. Söz konusu kavram bana hiç de Sovyetik olmayan bir şekilde geldi, çünkü onu Pierre Teilhard de Chardin'i okurken keşfettim.


İnsanoğlunun bilgi birikimi ile bağlantılı evrensel bir zihin fikri, bu iki yazarın zamanında somut olarak tasavvur edilemezdi, çünkü maddi bir gerçekliği yoktu. Demir kap yapma tekniğinin Küçük Asya'dan Fransa’nın Landes kıyılarına ulaşması 2800 yıl sürmüştür. Bugün ise bu bilgiyi yaymak iki dakika, 3D yazıcı ile bu nesneyi tasarlamak bir saat sürüyor. Ancak kullandığım bu noosfer kavramının tamamen metafizik olduğunu unutmayın, fiziksel bir gerçekliği yoktur. Noosfer, insan toplulukları arasındaki bilgi etkileşimlerini kavrayabilmek için bir analoji görevi görür ve dijital devrimin ve bilginin yayılmasındaki hızlanmanın getirdiği sonuçları idrak etmemizi sağlar.


Günümüzdeki küreselleşmiş noosfer ile alakalı sorun ise artık hepimizin ChatGPT gibi algoritmaların müşterileri konumunda olmamızdır. İşte tam da bu nedenle ChatGPT'nin temel kusurunun - diğer pek çok üretken yapay zeka gibi - İngilizce’ye dayalı olmasından kaynaklandığını belirtmek istiyorum. Bazı insanların düşündüğünün aksine, bu dilde öğrenir ve bilgisini çoğunlukla bu dilde mükemmelleştirir; başka bir deyişle, tek bir dilde, tek bir gramer yapısıyla ve tek bir sözdizimi ile. Fransa'da, Orsay platosunda, araştırmacılarımız bir süperbilgisayarla çalışan Bloom adında benzer bir sistem geliştirdiler, kırk altı dilde öğreniyor. Bu sadece sorulan soruları yanıtlamak için olası girdilerin çokluğu değil, aynı zamanda bu yapay zekâ tarafından kullanılan öğrenme matrislerinin başlangıçtaki çeşitliliği sayesinde tamamen farklı olasılıksal şemalar anlamına gelmektedir. Bu örnekle, içinde bulunduğumuz çağda noosferin homojenleşmesi riskine işaret ediyorum. Buna dikkat etmeliyiz, çünkü bu sadece en son teknolojik gelişmelere ilişkin yanıltıcı düşüncelere sahip olma meselesi değildir; bilgi ile aramızdaki ilişkinin doğası tehlikede.



LVSL – Son olarak NUPES üzerine konuşalım. Son yasama seçimlerinde solu birleştirme stratejisini seçtiniz, ki bu, geçmişteki tutumlarınız göz önüne alındığında pek de alışılagelmiş bir strateji değildi. Bir sonraki seçimler yaklaşırken bu ittifakın hâlâ geçerli olduğunu düşünüyor musunuz?


J.-L. M. - Bahsettiğiniz meseleyi anlamak için biraz geriye gitmemiz gerekiyor. Stratejik düşünce, olguların incelenmesi ve dünyadaki maddi gerçekliklerin bilgisi, örgütlü bir güç egemen olduğu sürece programının da egemen olacağını göstermiştir. Sovyet bloğunun çöküşüylebirlikte sosyal demokrasi Avrupa çapında ilgi odağı haline geldi. Yaşımın bana verdiği ayrıcalık sayesinde SSCB'nin çöküşünden sonra Sosyalist Enternasyonal'in üç kongresine katılabildim. Kendilerini ilerici, yükselen barbarlığın ateşli muhalifleri olarak konumlandırmak isteyen ve sosyal-liberal ideali benimseyen birçok insan oraya doluşmaya başladı. Bu toplantılara Kolombiyalı bir gerilla hareketi olan M19'un yanı sıra Meksika'nın yozlaşmış Kurumsal Devrimci Partisi üyeleri de katıldı. Komünist Parti'nin kötü şöhretli "Somut Eğilim"inden doğan ve şimdi en görkemli liberal kıyafetleri giymiş olan Polonya Sosyalist Partisi de vardı. Sosyal demokrat mantık ise hepsinde ortaktı: Eğer kapitalizm iyi gidiyorsa neden onunla mücadele edelim? İhtiyaç duyulan tek şey, ne kadar yetersiz olursa olsun, işçiler için bazı düzenlemeler elde etmekti ve bu sayede eşitsizlikler yavaş yavaş azalacaktı.


Aynı stratejik vizyon 20. yüzyılın başında SSCB korkusuna dayanarak kısmen işe yaramıştı. Bugün ise güç dengesi çevresel durum ve ekolojik kriz nedeniyle derinden sarsılmış durumda. Büyümeye dayalı ekonominin zararlı etkilerini ve sınırlı bir dünyadaki saçmalığını bir an bile düşünmeden, aynı büyümenin meyvelerinin yeniden dağıtımına dayalı bir siyasi stratejiyi desteklemeye nasıl devam edebiliriz? Sosyal-demokrat hikâye tutarsızlığı ya da siyasi tutkusuzluğu nedeniyle ölmedi, sadece artık mevcut duruma uyum sağlayamıyor. Dolayısıyla bizim için ilk adım bu stratejinin etkisiz karakterini göstermekti. Ancak sandıkta kanıtlayana kadar bu yeterli değildi çünkü sosyal demokrasi doğası gereği kapitalizmin gelişimiyle bağlantılıdır.


Buna karşılık stratejimizin yayılmasını anlamak için bir dizi ara aşamayı da aklımızda tutmalıyız. Sovyet bloğu çöktükten sonra ilk dalga Latin Amerikalı yoldaşlarımız arasında, Porto Alegre Forumu’nda ortaya çıktı. O zamanlar mevcutlar arasında en büyük örgüt Brezilya İşçi Partisi'ydi. Kendisini önce bir cephe sonra da bir parti olarak yapılandırarak bir örnek model teşkil etti. Ondan önce Uruguay'da Frente Amplio'nun iktidara gelmesi 40 yıl sürmüştü ama ortak cephe stratejisiyle herkesin düşüncelerini de ateşlemişti. Brezilya İşçi Partisi’nin modeli daha sonra Avrupa'ya ithal edildi, ancak bazıları Fransa'da Front de Gauche’ta olduğu gibi ortak cephe aşamasında durdu. Ancak başka yerlerde, İspanya'da Izquierda Unida, Yunanistan'da Syriza ve Almanya'da Die Linke çeşitli partileri tek bir örgüt altında birleştirdi.


Neden ortak cepheyi bırakarak başka tür bir örgütlenmeye geçtik? 2012'de ortak bir partiye geçişi haklı çıkarmaya yetecek çift haneli bir puan elde ettik, ancak bir sonraki seçim olan belediye seçimlerinden itibaren sosyalistler komünistleri durumun böyle olamayacağı konusunda uyardılar. Podemos'un hayalini kurduğu sorpassoyu (9) başarmak için bölünmeyi ve radikal kopuşu kabul etmek zorundayız. Bu nedenle stratejimizi, çatışmamızın teorik çerçevesini oluşturan ve eylemlerimize rehberlik eden kapsamlı bir toplum vizyonu etrafında düzenlemeye karar verdik. Bugün beni suçlayanlar hiç şüphesiz tüm bunların kökenini ve bir anlamda kampımızdaki çatışmacılık stratejisinin kökenini unutmuşlardır. Tarih boyunca tüm işçi hareketi mücadele yoluyla örgütlenmiştir. Mücadele olmadan sınıf bilinci olamaz ve sınıf bilinci olmadan da asla muzaffer bir mücadele olamaz diyorduk.


Dolayısıyla geldiğimiz noktada “boyun eğmeyen” hareketin çizgisinde devam ediyoruz: Halkın birleşmesi için tüm kesişen halk taleplerini dile getiriyoruz. Tüm bunların hiçbiri doğaçlama değildi, uzun zamandır süregelen bir stratejinin ve teorik düşünme çabasının sonucuydu. Zafer her zaman halkın çoğunluğuyla elde edilir. Bunu nasıl başarırız? Her yerde ve her zaman, toplumun her katmanında "onlar” ve “biz" arasındaki tahakküm ilişkisini ifşa ederek. Bu çatışma stratejisini uygulamaya hazır olduktan sonra sorpassoya ulaşmak mümkün oldu. Bunu sayıca güçlenerek, herkesin mücadelesini göz önünde bulundurarak, “boyun eğmeme” sloganı aracılığıyla insanları kazanarak başardık.


Medyanın bize karşı olan sert saldırılarını halkı bilinçlendirmek için bir fırsat olarak kullanarak emekçi kesimlerin sempatisini aşama aşama kazanıyoruz. Hareketimizin gücü tam da anarşistlerden militan ekolojistlere, komünistlerden sosyalistlere, Troçkistlerden yurtsever cumhuriyetçilere kadar çok geniş çevreler arasında özdeşleşmeler yaratmaktan ve aynı zamanda projemizin tam kalbine yerleştirdiğimiz Cumhuriyet fikrine getirdiğimiz yenilenmeden geliyor. Özel çıkara karşı ortak yarar; bu nokta tüm eylemlerimizin kalbidir. Cumhuriyetçi proje, derin doğası gereği mevcut liberalizmin önünde bir engeldir. 1992'den bu yana taşıdığım Altıncı Cumhuriyet hedefi, çağımızın yeni zorluklarıyla başa çıkabilmek için yurttaşların öz-örgütlenmesine dayalı bu vizyona odaklanmaktadır.


Dolayısıyla Halk Birliği zafere giden yolda bir yanlış yola sapma ya da başarısız bir çıkış değildir. Halkın birliğini sağlamak bir taktik değil, kelimenin en derin anlamıyla bir stratejidir. Eskiden öncü partiler de her şeyin yanında Fransa halkının birliğini formüle ederlerdi. Komünistlerin bunu unuttuğuna şüphe yok. Ancak bu birlik, her şeyden önce, daha sonra diğer halk güçlerine de önderlik edecek olan işçi sınıfının birliğiydi. Şimdi ise, tam tersi, biz her şeyden önce tüm çeşitliliğiyle halkı birleştirmeye ve onları bölebilecek her şeyi reddetmeye çalışıyoruz. Ortak bir kimlik inşa etmek, bölmek yerine onarmak için çok çalışmamız gerekiyor. Gerektiğinde ise bir araya gelmek için bölünmeliyiz. Somut olarak ifade etmek gerekirse, 60 yaşında emeklilik ya da polis kurşunuyla yaşanan ölümlerin beş kat artmasına neden olan "öldürme izni” yasasının kaldırılması hedefi olmadan birleşemeyiz.


İşte bu nedenle, her şeyden önce her türlü ırkçılığa ve korku veya her ne sebepten kaynaklanırsa kaynaklansın başkalarına yönelen her türlü nefret biçimine karşı mücadele ediyoruz, çünkü bunlar düşmanlarımızın çıkarlarına hizmet eden parçalanmış, derin bir şekilde bölünmüş bir toplum haline gelmemize olanak tanımaktadır. İşaret ettiğim bu nokta, aynı zamanda ülkemizde büyük ölçüde düşük ücretli çalışan ve kötü muameleye maruz kalan göçmen bir işçi sınıfının ithal edilmesiyle inşa edilen neoliberalizmin gelişiminin niteliklerine ve sonuçlarına da dayanmaktadır. Nüfusumuzun bu kesimini ırksal olarak karakterize etmek, yalnızca ırkların hâlâ var olduğu düşüncesi ile onlara hakaret etmek değil ama aynı zamanda egemenlerin çıkarına işleyen ve özselleştirilmiş bir küçümsemeye dayanan bölünmeyi kabul etmek anlamına gelir. Dolayısıyla, dünyada birbiriyle örtüşen ve kesişen farklı tahakkümlerin var olması durumuyla karşı karşıyayız. Bunu inkâr etmek ve “kesişimsellik” sözcüğünden duyulan korkuyu sürekli olarak dile getirmek, verimli bir şekilde düşünmenin önünü kapatma ve fiili durumla göz göre göre inatlaşma anlamına gelir. Son yirmi yılda bir grev hattına ayak basan herkes bunu görmüştür ve söz konusu işçilerin maruz kaldıkları ayrımcılıklar karşısında iki kat bedel ödediklerini görmeyi reddetmek, onları terk etmek ya da karşı karşıya oldukları sorunun yalnızca bir kısmını dikkate almak anlamına gelmektedir. Halkın birliği için verilen mücadelenin işçi sınıfının birliğini ve onu vuran ırkçılığa karşı mücadeleyi gerektirdiği açıktır.


Ancak ırkçılık silahı artık küresel bir dünya görüşüne dayanıyor: Medeniyetler çatışması. Başlangıçta Samuel Huntington ve ABD'nin resmi "demokratları" ve "cumhuriyetçileri" tarafından savunulan bu tezin hiçbir anlamı yoktur. Dünya, her biri bir kültüre ve her kültür de bir dine dayanan rakip medeniyetlere bölünecektir. Gerçekliği saptama bahanesiyle bir yandan Çinlileri İslamcılarla aynı kategoriye yerleştirerek ve diğer yandan Japonları Batılılar olarak yeniden resmederek söz konusu gerçekliği aslında yeniden şekillendirmeye çalışıyorlar. Tüm bunlar son derece tehlikeli olmasaydı yalnızca üzücü olurdu. Ancak bunun somut etkilerini Ortadoğu'daki mevcut çatışmalarda ve Netanyahu'nun politikalarına verilen koşulsuz destekte görüyoruz. Aynı şekilde bu teori, dünya genelindeki İslamcı saldırıların kurbanlarının çoğunluğunun Müslüman olduğu gerçeğini unutturarak asıl durumun gözden kaçırılmasını mümkün kılmaktadır. Bazıları egemenlerin ortaya attığı tezlerin bizim karşı çıktığımız bu dünya görüşüne dayandığını görmeyi reddediyor. Bu nedenle, her zamankinden daha fazla, ırkçılığın her türüne ve özellikle de Müslümanlardan Müslüman oldukları için duyulan mantıksız korku şeklinde karşımıza çıkan İslamofobiye karşı durmalıyız. Bu hiçbir şekilde, tıpkı Yahudilik, Hıristiyanlık ya da Budizm'de olduğu gibi, İslam içinde de radikal akımların varlığını inkâr etmek anlamına gelmez. Bu gerçeği yadsımak saçma olur ama her Müslümanı potansiyel olarak tehlikeli hale getirerek söz konusu prensibi desteklemek ve ona esaslı bir değer vermek, sözde medeniyetler çatışmasını telafisi mümkün olmayan bir biçimde tanımak anlamına gelir ve günlük yaşamlarımızda bununla her gün milyonlarca insana yönelen aşağılamalar ve dayanılmaz polis şiddeti uygulamaları biçiminde karşılaşıyoruz. Gerçekliği bu kalıba sığdırmaya çalışmak için ayakkabı çekeceği kullanmak hiçbir şeyi değiştirmeyecektir. Bugün sınır anlaşmazlığı yaşayan 126'dan fazla ülke bunu kesinlikle Kuzey Amerikalı bir akademisyenin 1990'ların sonlarından kalma indirgeyici ve kısıtlayıcı şemasına göre yaşamıyor. Diğer pek çok ülkenin aksine, Fransa'da yoldaşlarımız bu mide bulandırıcı medeniyetler çatışması teorisinin savunucularına karşı direniş hattını tutmakta oldukça yalnız kalmış durumdadır.


Paris'te 12 Kasım 2023 tarihinde düzenlenen antisemitizme karşı yürüyüş, yaşadığımız dünyaya dair bu tehlikeli okumanın önemsizleştirilmesinde bir dönüm noktası olmuştur. Ulusumuzu yaralayan antisemitizmin doğrudan mirasçısı olmasına rağmen, aşırı sağ ile birlikte yürümeyi kabul ettiler. Yürüyüşün düzenleyicileri, tüm halkımızı antisemit şiddete karşı birleştirecek geniş tabanlı bir organizasyon için gerekli koşulları yaratmak yerine, ülkemizin özgürleşmesinden bu yana aşırı sağa yönelen ulusal aşağılanma muamelesini geride bırakmayı tercih ettiler. Planları sağda sınır tanımayan ve çimentosu hareketimizin izole edilmesi olan bir Cumhuriyetçi Cephe oluşturmaktır. Aynı şey Gazze'deki sivil halka karşı işlenen suçlardan sorumlu olan Netanyahu hükümetini kayıtsız şartsız destekleyerek Fransa'nın tarihi sesini zayıflatanlar için de geçerlidir. Bir çatışmanın her iki tarafındaki barbarlığı reddetmek söz konusu olduğunda hiçbir tereddüt söz konusu olamaz. Bu hem bağlantısızlık doktrininin izin verdiği özgürlüktür hem de Ortadoğu'daki çatışmanın medeniyetler çatışması biçiminde ülkemize taşınmasını önlemenin en esaslı yoludur. İşte bu nedenle biz, boyun eğmeyenler olarak, her zaman olduğu gibi bugün de ister antisemit ister başka bir ırkçılık türü olsun, nefretten en başta etkilenenleri temsil etmeyi görev biliyoruz.


Halk Birliği açısından bakıldığında, bu bağlamda stratejimiz nedir? Hem uluslararası hukukun uygulanması ve işlenen suçların önlenmesi hem de siyasi bir çözüme ulaşılabilmesi için bağlantısız bir pozisyonu sürdürmek. Halk birliği ancak bu doğrultuda mümkündür. Siyasi çatışmanın dini alana taşınmasını önlemek için her şey yapılmalıdır. Halkı her koşulda birleştirmeli ve oligarşiye, onun partilerine ve destekçilerine karşı net bir sınır inşa etmeliyiz. Daha önce de söyledim, günün sonunda seçim biz ve Rassemblement National arasında olacak. İşte biz buradayız. Barajlar birer birer yıkılıyor. Geleneksel sağ, her konuda RN'nin peşinden gitmeyi kabul ederek kendi ölüm fermanını imzaladı. Macron cephesi de parmağını bu sarmala soktu. Öte yandan, her şeye rağmen, üzerimize düşeni yaptığımızı düşünüyorum. Biz olmasaydık, solun bugün aşırı sağa karşı duracak hâli kalmazdı ve İtalya'nın içinde bulunduğu sefil duruma düşmüş olurduk.


Bu seçim dönemlerinde meydana gelebilecek kısa dönemli birliklerle karıştırılmaması ve sınırlı tutulmaması gereken Halk Birliği stratejisinin gerçekte nasıl bir niteliğe sahip olması gerektiğini anlamamızı sağlayacak somut bir örnektir. Yaşananlar "eski solu" geniş halk kesimlerinde tasfiye etmiştir. Liderleri ise çocuksu ve sorumsuz bir sekter kimliğe bürünme arzusuna kapılmış durumdalar. Bizim rolümüz ise kesinlikle tüm insanlarımızı çeşitlilikleri içinde kapsamaktır. Konuşmak yerine harekete geçiyoruz. İşçi sınıfı mahallelerinde ve kırsal bölgelerde halk karavanlarıyla, grev hatlarında ve mücadelelere mali katkılar yoluyla. Son parlamento seçimlerinde, seçim haritasını tamamiyle sola doğru değiştirecek ve mutlak çoğunluğa sahip olmamızı sağlamamıza izin verecek katılım oranının iki puan altında kaldık. Şimdi bu eksik noktaları çekimserler, bizden şüphe duyanlar ve çaresiz bir biçimde içine sürüklendikleri sefaletin acısını çekenler arasında bulmak zorundayız.


NUPES'in diğer üyeleri, koşullarını bizim yarattığımız siyasi ve taktiksel birlikteliğin yıkımını kesinlikle hiçbir sorumluluk üstlenmeden gerçekleştirdiler. Sürekli olarak birtakım anlaşmazlıklara atıfta bulunuyorlar ama bunların ne olduğunu tam manasıyla belirtmiyorlar. Sonuçta, liste başını onlara bırakmamıza rağmen, senatörlük ve Avrupa seçimleri için ortak liste teklifimizi reddeden onlar oldu. İmzaladıkları programı inkâr ediyorlar ve hükümet üyelerinin bize ve tabii ki bana karşı yürüttükleri karalama kampanyalarını destekliyorlar. Bununla birlikte, siyasi birliğin bileşenleri halkı bölen pozisyonlara sahipse, seçim düzeyindeki siyasi birlik ile bir strateji olarak Halk Birliği arasında bir çelişki olabileceği konusunda ısrar ediyorum. Bizim önceliğimiz halkı birliğini sağlamaktır. Bunun anahtarı ise sistemden kopmaktır, çünkü tabanda birliğin yolunu sağlayan her zaman budur. Ve bu çelişki son başkanlık seçiminde onlarınkine karşı elde ettiğimiz oy oranı ile çözüldü, ki nezaketen burada bu konuyu açmamayı tercih ediyorum. Verdikleri taahhütleri alenen inkâr ederek ve kurduğumuz programatik anlaşmayı reddederek savunduklarını iddia ettikleri şeylere ne kadar az önem verdiklerini bize bir kez daha hatırlatmış oldular.


Ülkemize bir medeniyetler çatışması dayatmak isteyenlere karşı tüm gücümüzle mücadele edeceğiz. Bunu herkes için açıklığa kavuşturmak ve bundan sonra gerçekleri hatırlatmaya ihtiyacımız olacağı için, referans çerçevemiz her biçimiyle halk ve oligarşi arasındaki çatışmadır. Laikliği devlet ateizmi kisvesine büründüren ve onu mide bulandırıcı ideolojileri için bir bayrak olarak olarak kullananların karşısında laikliği bize kazandıran atalarımızın ipine sımsıkı sarılıyoruz: Laiklik her zaman din ve devletin ayrılması ve dinin özel alana bırakılması anlamına gelmiştir ve bu hiç de azımsanacak bir başarı değildir. Bu şekilde, genel çıkar lehine haklar yaratarak özgürlüklerin önünü açan cumhuriyetçi hukukun özünü korur. Kürtaj hakkı gibi ötenazi hakkı da farklı bir yaşam biçimine karşı bir yükümlülük ya da yasak değildir ve asla da olmayacaktır. Cumhuriyet nelere izin verildiğinin bir listesini yapmaz, özgürlüğün hangi çerçevede kullanılacağını tanımlar. Aşırı sağla birlikte yürürken iyi niyetlerini sergileyen ve cumhuriyetçi modelimizin ortak temeli olmasına rağmen antisemitizm ve ırkçılıkla mücadeleyi sekter ve siyasi bir savaşa dönüştüren herkesin seçmenlerine anlatması gereken şey budur.


Halk birliği her zaman hedefimiz olacak ve bunun siyasi formu da bundan yana olanlara açık kalacaktır. Şu ya da bu seçim karşısındaki tutumlara dair çıkarcı siyasi kaprisler dışında, solun önündeki en büyük zorluk toplumsal hareketlerle birliktelik kurmayla ilgilidir. Emeklilik yaşı için verilen son kavgada bu neden gerçekleşmedi? Bundan derin bir pişmanlık duyuyorum. Eylem çerçevelerinin farklılaşması mücadelelerin yakınlaşmasını daha da zorlaştırıyor. Bu bağlamda, birkaç gün önce sendikalararası hareketin sona erdiğinin ilan edilmesi, 64 yaşında emekliliğe karşı mücadelenin başarısızlığının ve siyaset ile sendikalar arasında sözde görev ayrımlarına gidilmesinin ortak mücadele sırasında doğurduğu sorunların başarılı bir şekilde değerlendirilmediğini bize gösteriyor. Önümüzde duran büyük soru budur. Salon toplantıları ile sınırlı kalmayacak şekilde, geniş kitlelerin yaşam koşullarını iyileştirmek için mücadele eden tüm sektörler arasında uzun vadeli köprüler inşa etmemiz gerekiyor. Bu bir zorunluluktur ve birlikte çalışıp birbirimize saygı göstermediğimiz sürece zafere ulaşamaz ve neoliberalizmin yok etmeye çalıştığı bağları yeniden yaratamayız. Eleştirilere, suçlamalara ve kötü niyetli davranışlara rağmen, bu bağlar için çalışmayı asla bırakmadık ve bırakmayacağız. Güneş gelir ve gider, bazen söner ama her zaman mücadeleyle yeniden alevlenir.



(1) Yeni Sosyal ve Ekolojik Halk Birliği - 2022 yılındaki yasama seçimleri arefesinde LFI (Boyun Eğmeyen Fransa), PS (Sosyalist Parti), PCF (Fransız Komünist Partisi) ve LV (Yeşiller) tarafından oluşturulan ittifak ç.n.


(2) Most Favored Nation Clause - bir uluslararası antlaşmada, tarafların üçüncü ülkelere ilerde tanıyacakları ayrıcalıkları ve avantajları herhangi başka bir antlaşmaya gerek olmaksızın birbirlerine de tanıyacaklarını hüküm altına alan mevzuat ç.n.


(3) Amerikan dolarının küresel piyasalardaki hakimiyetini azaltma projesi ç.n.


(4) Google, Amazon, Facebook, Apple, Microsoft ç.n.


(5) Baltık Denizi'ndeki bir doğalgaz boru hattı ç.n.


(6) Sıvılaştırılmış doğal gaz ç.n.


(7) Tüm insanlığın oluşturduğu düşünce, sanat ve kültür birikimini, aynı zamanda bugünkü insanlığın ortak zihninde bulunan her şeyin oluşturduğu kolektif alan ç.n.


(8) Toplumun bazı sınıf ve kesimlerinin bilgiye erişiminin kasıtlı olarak önlenmesi, bilmesinlercilik ç.n.


(9) Seçimlerde sosyal demokrasiyi alt ederek solda ana akım parti hâline gelme hedefi ç.n.



ÇEVİREN : Hakan Özbilen


Bu söyleşi 13 Aralık 2023’te Le Vent Se Lève’de yayınlanmıştır.