Devrimini Yapamayanlara İlişkin Bir Tartışma: Devrim Nasıl Yapılır?


Metehan Akman 17.12.2023

Geçmişte Teorisyeniniz Devrimciydi ile 21. yüzyılda Marksizm ve devrimci siyaset üzerine yeni teknolojileri de hesaba katarak önermelerini tartışan Erkin Özalp, on yılı aşan bir sürenin ardından kasım ayında yeni bir kitap ile geri döndü. Yordam Kitap’tan çıkan Devrim Nasıl Yapılır: Dünyada Strateji Arayışları başlıklı kitabında dünyanın farklı kıtalarında özellikle demokratik seçimler yoluyla iktidara gelen veya iktidarı zorlayacak güce erişen sosyalist yapıları inceliyor. Kitabın alt başlığında belirtildiği gibi seçimler yoluyla güçlenen ve kısa sürede ya prestij kaybına uğrayan ya da iktidardan düşen örgütler bağlamında hatalara ve günümüzde seçimleri de içeren taktiklerin devrimci kullanımına dair bir strateji tartışması yapılıyor. Alt başlık her ne kadar kitabın içeriğiyle uyumluysa da incelenen gerçek örnekleri göz önüne aldığımızda ana başlığı “Devrim Nasıl Yapılmaz” diye okumak daha doğru olacaktır.


Strateji tartışması, dünya çapındaki hareketin tümünden edinilen derslerin soyutlanmasıyla belirli ilkelerin ön plana çıkartıldığı bir tartışma olarak kendisini gösteriyor. Ancak tabii ki Türkiyeli bir sosyalist olarak Erkin Özalp’in bu tartışmayı Türkiye’deki gelişmeleri aklında bulundurarak yaptığını düşünüyorum. Erkin Özalp, güçlü bir devrimci odağın burjuva seçimleri kullanarak da kendini bir seçenek olarak öne çıkartabileceğini savunuyor ve sağ sapmanın kaçınılmaz olmadığını ima ederek halk hareketine ve kadrolara yaslanan popülist bir odağın var olabileceğine işaret ediyor. Bu yazıda da kitabı tartışırken ister istemez ben de Türkiyeli bir sosyalist olarak yorumlarımı yapacağım ve Erkin Özalp’in bu önermesini odağa alarak düşüncelerimi ortaya koyacağım. Bu kitap bağlamında az ya da çok burjuva demokratik teamüllere uygun bir ülkede devlet aygıtının tedricen parçalanacağı bir devrimci dönüşümün imkânını, halk hareketinin geri çekildiği bir dönemde ülke çapında geniş kitlelere ulaşan bir sosyalist örgütlenmenin mümkün olup olmadığını ve bunların sonucunda kendimce ne yapılması gerektiğini düşündüğümü tartışacağım.


Akdeniz’den İki Örnek


Siyasal iktidarın ele geçirilmesi, yani siyasi devrim yalnızca seçimlerde belirli bir oranda oy alarak hükümet kurma yeterliliğine ulaşmak anlamına gelmez. İktidarı ele geçirmek, burjuva devlet aygıtını parçalayarak yeni bir sınıf iktidarının somut dışavurumu olarak yeni bir devletin temellerinin atılmasıyla mümkün olur. Bununla birlikte toplumun dönüşümü için bu iktidar gücünün kullanılması devreye girer. İktidar gücüyle yapılacaklar ise en temelde devrime karşı gerçekleşecek hareketleri engellemek ya da etkisizleştirmek ve bunu yapmak için de en önemli önlem olarak toplumun ileri kesimlerinin öncülüğünde halkı özneleştirmek; yani bizzat çoğunluk tarafından ve çoğunluk için yönetilen bir yapıyı inşa etmek olarak tarif edilebilir. Ancak burjuva devlet aygıtının çözülmemiş olduğu koşullarda, hatta onun kurulu yapısı içerisinde iktidara gelen sosyalist ya da düzen karşıtı yapılar için süreç nasıl ilerleyebilir? Kitaptaki örnekler bu gerilime sahip deneyimlerin yaptıklarına ve yapamadıklarına eğiliyor.


Kitapta incelenen örneklerin tamamını burada tekrar tartışmak gibi bir gayem yok, ancak bu deneyimlere kimi zaman yazarın kendisiyle benzer düşündüğüm kimi zamansa ayrıldığım yönleriyle değinmek de istiyorum. Somut örneklerden özellikle SYRIZA ve Podemos deneyimlerinin Türkiye için de değerli olduğunu düşünüyorum. Bunun ardından da kitabın en değerli bölümü olan son bölümündeki önermeleri ele alacağım.


2004 yılında kurulan SYRIZA, toplumsal hareketlerle bağ kurmayı ve hareketin içinde kurulmayı önüne hedef olarak koyan bir radikal sol koalisyon. 2011’de kemer sıkma politikalarına karşı Yunanistan’da gerçekleşen halk isyanı sonrasında 2012 seçimlerinde sıçrama yaparak ikinci parti, 2015’te ise tek başına iktidar olma şansını iki milletvekiliyle kaçırarak birinci parti oluyor. 2012’de yapılan ilk seçimlerde KKE, SYRIZA ile koalisyonu kabul etse birlikte hükümet kurabilecekken KKE’nin bunu reddedişi yapılan yeniden seçimlerde oy oranlarını neredeyse yarı yarıya düşürüyor. O dönemde Türkiye’deki tartışmalarda KKE’nin şerhli ve hükümeti teşhir edecek biçimde hükümete katılmasının doğru olacağı da savunuluyordu. KKE, Yunan halkının Gezi ile özdeşleştirebileceğimiz isyanını burjuvazinin bir oyunu olarak görerek onu karşısına almıştı ve bu kabul edilemezdi. Sağcı ANEL’le koalisyon kurarak iktidara geldikten sonra radikal programından (Limanların ve stratejik sektörlerin kamulaştırılması, AB ile borçların halk lehine yapılandırılması) vazgeçmesi, SYRIZA’yı destekleyen Yunan halkına hayal kırıklığı yaşattı. Egemenlere karşı halk hareketine yaslanacak bir siyaseti geliştiremeyen SYRIZA, AB emperyalizmine boyun eğmek zorunda kaldı.


Türkiyeli sosyalistlerin de o dönemle birlikte model almaya başladığı, kitlelerle daha gevşek ilişkiler kuran, ideolojik bir hattı temsil etmekten çok kitlesel güncel taleplerinin taşıyıcısı olan SYRIZA benzeri kitlesel sol örgütlerin içinde bulunmak ya da bunu bizzat yaratmak fikri güç kazandı. KKE’nin siyaset tarzı, ülkemizdeki kimi yapılarda da gördüğümüz üzere her taşın altında kendisine karşı bir komplo arayan ve günümüzdeki yeni devrimci dinamikleri anlamaktan uzak bir tarz. Ancak yine de şunu sormamız gerek: SYRIZA iktidara gelirken KKE için “öyle siyaset yaparsan sonun böyle olur” deniliyorken SYRIZA bir siyasi proje olarak çöktükten sonra KKE’nin hâlâ toplumsal tabanını ve elindeki siyaset araçlarını ciddi bir savrulma yaşamadan (PAME gibi sendikalar, öğrenci örgütü vs.) benzeri bir güçte koruyor olmasını da tartışmak gerekmez mi? Gündelik siyasetin kayganlığı içinde saman alevi gibi parlayarak değil; uzun vadede örgütlenen, ülke çapında seçimle ölçülemez örgütsel mevzilere sahip olan KKE, SYRIZA’yı iktidara getiren koşullar ortadan kalktığında hâlâ geleneksel gücünü koruyor. Bunu söylerken bir yanda sağ siyasetin alanını genişlettiğini ve komünist partinin sınırlarını korumasının sağ yükselişe karşı yeterli olmadığını eklemeliyiz. Ancak buna rağmen denilebilir ki hareketle birlikte yükselen bir yapı hareketle birlikte düşerken kendisini hareketin dışında kuran bir yapı ise hareket düşerken, hatta sağcılık yükselirken bile sınırlarını korumayı başarıyor.


Podemos örneği tartışılırken ise kitapta halkçılık ele alınıyor. Laclau’ya atıfla açımlanan halkçı tarzda söylemsel araçlarla tanımlanan bir halk (yoksullar, ezilenler vb.), bir düşmanın karşısında (zengin yüzde 1 vb.) konumlandırılıyor ve halkçı siyasi yapı bu kendi tanımladığı halkın temsiliyetini almaya çalışıyor (s. 136). Bunlar Podemos’ta, diğer birçok başka örneğinde olduğu gibi güçlü bir liderde temsilini bulan söylemsel bir karşıtlığı oluşturuyor. Bu tarz elbette ki sözünü en geniş kitlelere ulaştırmak ve bu kitlelerde heyecan yaratmak adına olumlu. Yine de, söyleme, hele ki “kodum mu oturtan” liderin sözlerine fazlasıyla yaslanan bir siyaset üretme biçimi kaçınılmaz olarak programın silikleşmesini, ilkesizleşmeyi ve dahası siyaseti liderin sözleri üzerinden okumak anlamına gelecek şekilde lider odaklı bir örgütlenmeyi oluşturuyor. Podemos da “her kesimden oy alabilmek için … NATO’dan çıkma hedefinin rafa kaldırılması” da dahil olmak üzere tabanını genişletmek için ilkelerden vazgeçiyor, bunu yaptıkça şekilsizleşiyor (s. 145). Bu tip bir parti, son tahlilde Özalp’in belirttiği gibi şuna indirgeniyor: “Bize (karizmatik liderimize) güvenin, sizin için (yapılabilecek olanların) en iyilerini yaparız.” (s. 145). Bu sayede programlı bir parti şekilsiz bir kitleyle, özne olarak kendi bilinçli eylemini ortaya koyması gereken halk ise karizmatik liderle ikame ediliyor.


Ayrıca soldaki siyaset boşluğunu emek verilerek kökleşen bir örgütsel yeniden kuruluşla değil, uçup gidecek bir popülist söylemle dolduran Podemos, sosyal demokrat parti olan PSOE’nin sola doğru açılmasıyla birlikte bu alanı da kaybediyor ve kısa süren yükselişi duruyor. Bu da ikinci bir nokta olarak sosyal demokrasinin sola açılmasına karşı safça bir sevinç duymaktan, hatta bu açılmanın “sosyalistlerin kitlesel siyaseti sayesinde” olduğunu belirterek kendimize pay biçmektense, sosyal demokrasinin bizim alanımızı ilhak etmesini engelleyecek ilkesel sınırları net çekip kitlemizi bu sınırların farkında olacakları bilinç düzeyine eriştirmeye çalışmanın, yani sosyal demokrasiyi teşhir etmenin gerekliliğini gösteriyor.


Genel Bir Tartışma


Kitapta somut örnekler tartışıldıktan sonra “Genel Tartışma” bölümünde bu deneyimlerden devrimci siyaset adına dersler çıkartılmaya çalışılıyor. Hem bu bölümde hem de kitabın genelinde geçen önermelerle etkileşim hâlinde kendi görüşlerimi sunmaya çalışacağım.


Kitabın açılışında Özalp, “şu ana kadarki devrimlerin hiçbiri, insanların kendileriyle ilgili her tür kararı özgürce kendilerinin almasını sağlayamadı” (s. 9) diyor. Yani devrimi toplumsal yönüyle ele alıyor. Bu noktadan hareketle kitapta incelediği örnekleri de halkı ne kadar özne hâline getirdiğini ölçü olarak koyarak inceliyor. Hemen her örnekte başarısızlığın temel nedeni olarak seçimle iktidara ya da muhalefette güçlü bir pozisyona gelmiş partilerin halk hareketi oluşturamamaları olarak görüyor. Erkin Özalp bunu şüphesiz ki halk hareketini sıfırdan yaratmak yerine zaten ilk etapta bu partileri iktidara getiren ya da yaklaştıran etmenin 2010’larda kemer sıkmaya karşı gelişen halk isyanları olduğunu ve bu partilerin bu isyanları birer hareket hâline dönüştüremediğini, sonuçta da bu hareketlerin sönümlendiğini kastederek kullanıyor. Sonuçta bir halk isyanını temsil etmek yetmez, onu ileriye götürmek gerekir. Ayrıca sormak gerekir: Bir halk hereketi iradi hamlelerle oluşturulabilir mi? Başka bir deyişle, bir parti kendi halk hareketini yaratabilir mi? Bu hareketi kurmak kendiliğinden ortaya çıkan isyanları ve düzen dışı tepkileri sürekli hâle getirecek örgütsel biçimleri oluşturmakla mümkün. Bu biçimler, kendiliğinden patlak veren isyanlar tarafından yine kendiliğinden ortaya çıkabiliyor. Devrimci özneye düşen görev ise kendiliğinden gelişen yıkıcı ve yaratıcı eylemi sistemli bir hâle getirmek. Bir halk hareketinin iradi müdahalelerle ortaya çıkmayacağının bilincinde, ancak kesintili ve bütünlükten yoksun gelişen isyan veya yükselme dönemlerini sürekli bir hareket biçimine dönüştürebilecek bir devrimci öznenin bu hareketin öncesinde ve (kategorik olarak) dışında kurulmuş olması gerekli. Burada hareketin dışında kurulmak, toplumdan izole olmayı değil tartihteki rolünü kavramış bilinçli bir yapı olmayı tarif ediyor. Ancak böyle bir özne bir birikimi -grevler, irili ufaklı eylemler, farklı dinamikler içinde çalışma vb.- patlama anında eskiden kopuşu mümkün kılan bütünlüklü bir siyasi önermeye dönüştürebilir. Siyasi ufku ve çelişkileri hareketin kendisini bire bir yansıtan şekilsiz bir yapı, zaten harekete içkin çelişkiler sebebiyle ve hareketle birlikte sönümlenecektir.


Bir diğer husus, burjuva demokrasilerinde olağan sayılabilecek koşullarda devrimci bir iktidarın olanaklarıyla ilgili. Az ya da çok burjuva demokratik teamüllere uygun yönetilen ülkelerde solun seçim dışı yollarla bugüne kadar iktidara gelememiş olduğunu belirten Özalp, seçimle iktidara gelen solcuların ise “halkın tam anlamıyla kendi kendisini yönetir duruma getirilmesi hedefleri doğrultusunda” ilerleme kaydedemediğini ifade ediyor ve bunun sebebi olarak da bu konuma erişen solun “toplumsal devrim hedefini pratikte bir yana bırakarak, iktidara gelmeyi ve iktidarda kalmayı başka her şeyden önemli saymaya [başlaması]” (s. 184-185) olarak okuyor. Bu yönelim ise aslında (sol siyaset sınırları içinde) sağcılaşma, sosyal demokratlaşma olarak kendisini gösteriyor. Erkin Özalp seçimlerle iktidara gelen solun devrimci bir ilerleme kaydetmesinin olanaklarını tartışıyor. Ancak burjuva demokrasilerinde seçimler, doğası gereği uzun vadeli programları silikleştiriyor. Sermaye nasıl ki tüm etik ilkeleri çiğneyerek kâr oranını artırmak zorundaysa, seçimlerde de partiler sürekli olarak oy oranlarını artırmak zorundalar. Hâl böyle olunca, Podemos örneğinde görüldüğü gibi, “önce kitlelerin kazanılması” bahanesiyle devrimci çözüm önerileri rafa kaldırılıyor ve herkesin kabul edebileceği sosyal demokrat hedeflere hapsolunuyor. Bu ise Podemos gibi popülist yapıları yok olmaktan alıkoymuyor, çünkü tam olarak bu siyaset onların varlık sebebini ortadan kaldırıyor.


Devrimcileşebilecek bir tepkiselliğin aktığı bir kanal olarak popülerlik kazanan yapılar bu tepkinin sahibi olan toplum kesiminin güncel bilinç düzeyini yansıtmaktan öteye gidemediklerinde, üstüne bir de farklı toplumsal kesimlerle ancak bir sonraki seçimde daha fazla oy almak hedefiyle ilişki kurmaya çalıştıklarında yarattıkları heyecan iyiden iyiye düşüyor. Dahası, toplumsal hareketin geri çekildiği bir dönemde seçimlerde belirli bir eşiğin üzerinde oy toplayan sol yapılar için bu, korunması gereken esas kazanım olarak görülebiliyor ve seçim odağı iyiden iyiye örgütsel çalışmanın merkezine yerleşebiliyor. Devrimci bir yükseliş için burjuva demokratik seçimlere çeşitli örneklerde özel bir anlam yüklense de bu seçimler, hem seçim yarışında programatik hattın silikleşmesine sebep olabiliyor hem de başarılı seçimler sonrasında bile düzen tarafından toplumsal dönüşüm imkânını boğan yapısal sınırlar konuluyor. Seçimler, ancak güçlü bir örgüte yaslanan partiler açısından toplumsal gücünü kanıtlamak için ve düzenin hareket kabiliyetini kısıtlayacak bir mevzi olarak ele alınmalı.


Düzen siyasetini yıpratan tepkiler, merkez siyasette çatlaklar oluştururken bu tepkileri içeren hareketleri kendiliğinden solculaştırmaz. “Aşırı sağcı hareketler de aynı tepkilerden yararlanmaya çalışır”. ve bu durumda “düzenden bağımsızlığı güvence altına alan temel hedeflerin yokluğunda, kitleselleşme, sağcılığın güç kazanmasına hizmet edebilir” (s.190). Bu temel hedefler, hem parasız eğitim, kamulaştırmalar gibi ekonomik ve kamucu nitelikte sermaye düzenini zorlayacak hedefler olduğu gibi aynı zamanda bu hedeflerin “işlevlerinden biri de kitlelerin ideolojik dönüşümüne katkıda bulunmaktır” (s. 191). Yani güncel politikadan türetilen fakat düzen dışına da düşen belirli başlıklarda mücadele yükseltilirken durağan ve sadece kitleyi genişletici değil aynı zamanda onu dönüştürücü bir perspektife de sahip olunmalıdır. Örneğin; laiklik mücadelesi verilecekse, “laikliği savunuyoruz” gibi bir slogandan ziyade kadın hareketinin güçlendirilmesi muhafazakar kadınların da bu mücadeleye kazanılmasının yolunu açabilir ve doğal olarak din temelli örgütlenmelerin etkisi kırılabilir. Devrimci olan yol, bir kavrama işaret etmekten ziyade topluma öncülük edecek türden yeni referans noktalarının oluşturulmasıdır.


Toplumsal hareketlere sebep olan tepkilerin sağ siyasetleri de güçlendirmesiyle ilgili olarak devrimcilerin bir başka görevi de yine Erkin Özalp’in belirttiği gibi ezilenler arasındaki ayrımlara karşı mücadele etmek. Bu doğrultuda, güncel devrimci mücadelede konulan temel hedefler yalnızca herkesin katılımını gözeten ekonomik talepleri aşıp yeri geldiğinde sağcılığı bilinçli şekilde ve açıkça dışlayan bir karaktere de sahip olmalı. Ezilen bir toplumsal kesimin mücadelesini görünür kılacak kardeşlik eksenli demokratik taleplerin görünür kılınması, aynı zamanda genel politik başlıklarda mücadele edilirken geliştirilen pratiklerde bu ezilen kesimlerle yan yana gelinmesi, yani yapay ayrımlarla ayrılmış kesimler arasındaki yoldaşlığın eylem alanında kurulması yine devrimci bir mücadele için önem taşıyor. Türkiye’de somutlayacak olursak, belirlenen temel hedefler açıkça görünür ve önceliklendirilmiş biçimde Kürt halkının eşit yurttaşlık mücadelesini içermeli ve bu ortak mücadele zeminini oluşturmak için çaba harcanmalı. Doğrudan ulusal soruna değen taleplerin dışında, genel siyasi gündemlerde (örneğin; tutuklu siyasetçiler için mücadele) öncelikle zaten bu tür baskılardan payını herkesten fazla alan ezilen ulus temsilcileriyle birlikte bir mücadele hattını oluşturmaya çalışmak hem ortak mücadele başlıklarını oluşturacaktır hem de belki iki taraftan da diğer ulus mensuplarının mücadelesine daha mesafeli olanları pratikte eylem alanında birleştirecektir. Bu türden bir mücadele hattı, sosyalistlerin yürüttüğü siyaseti sözde düzen dışı sağcı siyasetten kalın çizgilerle ayrıştıracaktır. Yani muhalif sağ siyasete karşı ideolojik çizgilerin belirginleştirilmesi, hiç de kitle siyasetinden geri adım atarak içe kapanan bir örgütü gerektirmemekte. Aksine, kitlesel siyasette hangi başlıkların öne çıkarılacağı bu ideolojik çizgiler doğrultusunda belirleniyor.


Kitlesel örgütlenmelerin devrimci bir dönüşüme öncülük edebilmeleri için devrimci kadroların varlığını Erkin Özalp şart olarak görüyor. Kadroyu ise sadece aktif çalışma yapan hareket/parti üyeleri olarak değil, “uzun vadeli hedefleri benimseyen” (s.195); yani aslında tarih bilinci daha gelişkin, güncele teorik bir bütünlük içinde bakabilen kimseler olarak tanımlıyor. Bunların kitle hareketi içinde azınlıkta olması neredeyse kesin görülürken bu azınlığın bir şekilde kitleyi kendisine kazanacak öncülük becerilerini gösterebiliyor olması gerekir. Bir kitle hareketi ya da kitlesel bir sol parti içinde faaliyet gösteren bu kadroların görevi, hareketi ileri taşıyacak ve ona devrim yolunda mesafe kat ettirecek tartışmaları yapmak ve ilerletici önerileri desteklemek; halk içinden çıkacak yöneticilere ve halkın kendi kendisini yönetme pratiklerine destek olmak, hem onlara öğretmek hem onlardan öğrenmek; hareket içinde belirli alanlarda uzman olan kişiler uzmanlık alanlarında harekete katkı sunarken bu değişik alanlar arasındaki çalışmanın siyasal bütünlüğünü kurmak vb. diye sıralanabilir. Her şekilde kadro, öncülük becerisini kitle içinde sınamalıdır.


Bununla birlikte bu kadrolar, tıpkı devrimci özne gibi, fiziksel olarak hareketin içinden çıksa da hareketin dışında, onu aşan bir noktada yetişmelidir. Yani devrimci kadronun oluşumu, hareketin akışına bırakılamaz, özel bir teorik çabayı gerektirir. Hareketin kendisi bir kişide dünyanın daha kapsamlı algılanması için gerekli yolları görünür kılabilir, ancak doğrudan doğruya tarihsel olanın algılanmasına sebep olmaz. Bu yüzden, hareket içinde devinen ancak hareketle sınırlanamayacak kadroların yetiştirilmesi, devrimci öznenin görevlerinden biridir. İster bir kitlesel parti olsun ister bir hareket, komünist kadrolar bu yapılarda belirleyici unsur olmaya çalışmalı, siyasi çizginin belirlenmesi için öncü tartışmalarda bulunmalı.


Peki bütün bunlar yapılırsa kitapta incelenen örnekler gibi düşmeyecek, başarılı devrimci hükümetler kesinlikle kurulabilir mi? Bunun cevabı elbette verilemez. Marksistler, geçmişin deneyimlerine ve verili koşulların sağladığı olanaklara dayanarak güncelde ne yapılması gerektiğini tartışırlar. Deneyimlerden çıkarılacak dersler genelde öznel önlemlerle ilgili olmakta ve farklı kişiler tarafından doğal olarak farklı yorumlanabilmekte. Hâlbuki bir de içinde bulunduğumuz dış dünya var. Bir devrimci özne kusursuz bir örgütlenmeyi gerçekleştirse bile düzen güçleri onu alt edebilir. Ancak öznel devrimci önlemlerin karşı devrimciler tarafından kırılma ihtimalinden daha öte bir önemi var. Siyaseten yenilirsek bir çıkış yolunu bulabiliriz, ancak devrimci iddialarımızdan vazgeçecek kadar savrulursak bu gerçek, tarihsel bir yenilgi anlamına gelir. Geçmişin deneyimi, bize geçmişte devrimci iddialarla ortaya çıkanların zaman içinde geçirdiği ideolojik dönüşümü göstermesi açısından değerli. Erkin Özalp de bu kitapta iktidarın kesin bir formülünü vermeye çalışmıyor, düzen içi seçimlerin dahi devrimci bir çizgide nasıl kullanılabileceğini tartışıyor. Değerli olan kısmı işte tam olarak burası. Kitleselleşmeyi değerli gören ama kitlelerin dönemlik desteğinin büyüsüne kapılmayan, kitlesel siyaseti kitleye öncülük ederek ve toplumsal dönüşüm perspektifiyle iç içe örgütleyen, bilinçli eylemle kendiliğinden hareketi ikisinin de kıymetini bilen bir noktadan sahiplenen, yavaş ama kararlı bir örgütsel birikimi oluşturmayı küçümsemeyecek, yalnızca halkçı bir yönetimi değil, halkın kendi kendisini bizzat yönetmesini vaat edecek bir devrimci örgütlenmenin sadece imkânını değil gerekliliğini de Erkin Özalp ortaya koyuyor. Devrim Nasıl Yapılır: Dünyada Strateji Arayışları, günümüzün entelektüel çoraklığında kesinlikle tüm devrimciler tarafından okunması ve yaygın şekilde tartışılması gereken bir eser.