“Kazanmaya Beş Var” Muhalefeti ve Devrimci İktidar Mücadelesi
2023 Meclis ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin sonuçları çeşitli boyutlarıyla konuşuldu, tartışıldı. Seçimden önce AKP-MHP’nin meclis çoğunluğunu kaybedeceği, Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı seçimini kazanamayacağı ve sonucunda CHP ve İYİP’in başını çektiği bir hükümet ile Kemal Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanlığı makamına yerleşeceği bir tablo muhalif güçlerin çoğunun beklentisiydi. Burada burjuva muhalefetin ne yaptığı kendisini ilgilendirse de devrimci iddialarla siyaset yapanların tabloyu doğru ve eleştirel biçimde okumalı, ancak “biz demiştik” noktasından ziyade çuvaldızı kendine batıran bir tavırla ve politik bir çıktı elde etmeye yönelik bir eleştirel çabaya girişmeli. Gezi İsyanı sonrası dönemdeki politik atmosferde HDP’nin barajı geçmesinin önemi, referandumda AKP’nin anayasa değişikliğinin kabul edilmesine rağmen rejimin halkta rıza üretemeyeceği, büyükşehir belediyelerinde ortak adaylar üzerinden hareket etmenin AKP’ye kaybettireceği ve onun hegemonyasını sarsacağı gibi görüşler şu ya da bu ölçüde doğrulandı. Evet, AKP hâlâ iktidardaydı ancak siyaseten alanı daralıyor, tersinden demokratik siyasetin alanı genişliyordu. Ancak geçtiğimiz travmatik seçimin sonuçlarını herhangi bir seçim yenilgisinden ayıran ve bizi tedirgin etmesi gereken şey, aşağı yukarı son iki senedir yaptığımız ve üzerine siyasetimizi inşa ettiğimiz tezler konusunda matematiksel olarak değil, siyaseten yanılmış olmamız. Bu yanılgıya bireysel olarak kendimi de dahil ediyor, tam da yukarıda bahsettiğim “ben demiştim” pozisyonundan değil; “neden yanıldık” noktasından bakıyorum.
Sosyalist siyasetin ana akım özneleri özellikle son iki senedir ortak bir aday etrafında gelişecek bir kampanya ile Erdoğan’ın gönderilebileceği üzerine bir siyaset inşa ediyor. Burada yapılan tespit, AKP’nin ve Erdoğan’ın iktidardan düştüğü durumda sosyalist yükselişin nicelik olarak olmasa da toplumsal gücün niteliği bakımından ana muhalefet konumuna yükseleceği, toplumsallacağı ve görece demokratikleşen bir Türkiye’de başarılı hak mücadeleleri yoluyla yaygın bir taban örgütlenmesinin gerçekleştirilebileceği görüşüne dayanıyordu. Bu görüşün temelinde ise ekonomik sorunlarla birlikte AKP’nin hegemonyasının dağıldığı, AKP tabanının çözülmeye başladığı ve bu tabanın Türkiye burjuvazisini neredeyse eksiksiz temsil eden Millet İttifakı’na yöneleceği vardı. Sonuçta metropollerdeki kayıplar dışında -ki hiç de geri dönüşü olmayan kayıplar değil- AKP, kendi ittifakıyla birlikte seçimleri kazandı. Yüzde 52-48 dengesinin korunuyor olduğu, muhalefetin 2 milyon daha oy alsa kazanacağına inanılan görüşler ise ikna edici olmaktan çok sonuçları itibariyle ibret verici. Zira iktidar bloku kendisini geçen yıldan daha güçlü bir konuma getirirken muhalefet alanında dağılma yaşanabilir. 52-48 diye kendimizi avuttuğumuz dengenin bir sonraki referandumda iktidarın yüzde 55 üstüne çıkmasıyla bozulmayacağının garantisini mevcut politik atmosferde kim verebilir? Bu yüzden yanıldığımızı kabul ederek; yoldaşlarımıza yanıldığımızın tespitini evvelden yaparak başlarsak daha büyük ve esaslı bir yenilginin, ideolojik bir yenilginin yani tasfiyeciliğin önüne geçmek için ilk adımı atmış oluruz.
Bugünlere Nasıl Geldik?
Haziran Direnişi’ni hatırlayalım. 2013 yılında zaten son yıllardan gelen Tekel Direnişi veya ODTÜ Ayakta eylemleri gibi bir yükselen dalga sonucunda AKP’nin özellikle sağ liberallerle el ele ürettiği demokratikleşme yanılsamasını yansıtan ayna kırılmış, AKP’nin gerçek yüzünü göstermesinin bir kilometre taşı olmuştu. Bunun ardından 12 Eylül sonrası dönemin ülkemizde artık kapandığı, bundan böyle soldan belirlenen bir özgürlükçülüğün, devletsiz bir cumhuriyetçiliğin, halkların kardeşliğinde direten bir iradenin siyasal alanda karşıtlıkların eksenini oluşturacağı tespiti yapılıyordu. Nitekim bu, AKP iktidardan düşmemiş olsa da siyaseten başka bir evreye geçtiğimiz açık bir gerçek olduğundan sanıyorum ki doğrulanmış bir siyasi tahlil oldu. Daha sonra 7 Haziran seçimleri gerçekleştiğinde, HDP’de somutlanan demokratik proje halk desteğini arkasına almış ve AKP’ye 20 yıldır aldığı tek seçim yenilgisini yaşatmakla kalmamış, aynı zamanda iktidarın merkezinde durduğu devlet aygıtında hatrı sayılır bir çatlak, halk lehine bir siyasi kriz yaratmıştı. Bunun ardından AKP’nin ve onunla beraber devletin geri kalanının yasal siyasete askerî savaşla, devlet terörüyle vahşi bir cevap vermesine rağmen Gezi kitlesi diye tanımlayabileceğimiz ve Kürt halkının iradesiyle bir bağ kurabilmiş olan kesimler geri adım atmamış, hem halklar arasındaki dayanışma çizgisini korumuş hem de AKP’nin güvenlikçi politikalarına yedeklenmemişti. Aynı şekilde 2017 Anayasa Referandumu’nda yüzde 52 ile onaylanan bir rejim değişikliğinin yerleşik bir rejim hâline gelemeyeceği, iktidarın krizlerinin devam edeceği söylenmiş ve bu da nitekim AKP rejiminin toplumsal rıza bağlamında bu referandumun ardından hâlâ daha kan kaybetmesiyle matematiksel olarak yenilsek de siyaseten doğrulanmıştı.
Bu kısa özetin yazılmasının sebebi, Gezi sonrası -hatta onun öncesinden itibaren- AKP karşıtı kesimin, özellikle genç kesim söz konusu olduğunda, doğalında sola doğru bir eğilim göstermesi. Merkez siyasetin etkisizleştiği, AKP’nin tüm siyaset alanını kaplayacak bir etkiye sahip olması gibi unsurlar, sosyalist veya sol siyasete alan açmıştı. Bu sebeple çeşitli seçim zaferlerine rağmen AKP istediği düzeni kuramıyor, kendisi dışındaki muhalefeti tümden belirleyemiyordu. Bunun için AKP karşıtı mücadelenin taşıyıcısının sosyalistler olduğu, bu mücadelede taraf olan kesimlerin sola doğru kayacağı ve mevcut krizli durumun sosyalistlere alan açacağı gibi tezler siyasetin merkezine yerleşti ki örneğin Türkiye İşçi Partisi de bu tezlerin tespit ettiği kitleselleşme imkânının bir ürünü.
Ancak son yıllarda “sağcı gençler” fenomeninde somutlandığı üzere alternatif bir AKP karşıtlığının ve dahası bizim kendimizi ayırmamız gereken seküler ancak faşist bir cumhuriyetçiliğin ortaya çıktığını görüyoruz. İYİ Parti’nin bir kurtarıcı gibi kurulması ve büyütülmesi, alternatif bir sağ siyasetin kendisini topluma gösterebilmesi açısından etkili oldu. “Meral Mommy” mitiyle İYİP, gerici iktidarın yenilgisi için bir anahtarmış gibi yansıtıldı. Bu partinin içinden ve çevresinden Zafer Partisi adında başka bir oluşum çıktı. Yine MHP’nin küskünlerinden Sinan Oğan fenomen olarak bahsettiğimiz sağcı gençlere vizyoner diye dayatıldı. Alternatif sağ bir alanın oluşumuyla birlikte artık AKP karşıtı toplumsallık doğalında sola doğru akmıyordu. Aksine düzen içinde en lümpen eğilimleri yansıtan bir alternatif, muhalif olmanın dayanılmaz hafifliği ve cehaletin kibriyle örgütlendi. Yani eskiden örneğin muhafazakar bir ailede yetişmiş bir genç, AKP karşıtı ise bilincinde ve yaşamında bir dönüşümü gerçekleştirecek biçimde sola doğru yönelirken; artık hayatında hiçbir şey değiştirmeden, hatta “seküler” olsalar da AKP’den bile daha geri bir siyasetin temsilcileri olarak muhalif saflarda yer alabiliyor, bunu yaparken de AKP’nin savaş politikalarının toplumsal tabanı hâline gelebiliyorlar. Hâl böyle olunca da içeriği devrimci siyasetle doldurulmamış bir sekülerizm savunusu devrimci siyaseti büyütmek adına kadük kalıyor.
Mevcut iktidarın hegemonyasını bir türlü kuramadığı türünden bir görüş uzun süredir özellikle muhalifler arasında revaçta. Ancak iktidarı elinde tutan odağın topluma bu iktidarı dayatma gücünün hafife alındığı bir tablo söz konusu. Geldiğimiz noktada belki bir parti olarak AKP eski gücünde değil ancak Saray Rejimi diye tariflediğimiz, Erdoğan’ın kurucu liderliği etrafında kenetlenmiş gerici bir iktidar blokunun artık siyaseti millilik üzerinden tarifleyebildiğini ve muhaliflerini de yine bu millilik üzerinden belirleyebildiğini söyleyebiliriz. Yani Saray Rejimi, bir rejim olarak kendi kurucu ilkeleri etrafında, kendi suretinde bir muhalefeti yaratma konusunda ciddi bir yol katetti ki bu da zaten hegemonya tartışmalarında “kültürel hegemonyanın” muhalefette olduğu cinsinden yorumları bir avunma biçimi hâline getirmeye yeterli gibi görünüyor. Seçimler sonucunda ortaya çıkan tabloya göre AKP’nin bu kadar güçsüz olup da Saray Rejimi’nin bu kadar güç kazandığı bir başka dönemeci yaşamamıştık. Bu noktada ben, 2015 Ocak’ında çıkan Komünist dergisinde (2. sayı) yazılan ve hegemonya meselesine odaklanan Metin Çulhaoğlu’nun ve Can Soyer’in yazılarındaki bazı noktaları bu noktaların güncelliğini koruyup korumadığını tartışarak ele alacağım. Bu yazıları seçme sebebim, hem bugün TİP’in teorik zeminini oluşturan geçmiş dönem Komünist yazılarını gözden geçirirken bu sayılarda yapılan ve hâlâ geçerli kabul edilip kullanılan bu tespitlerin günümüze ne kadar yansıdığını tartışmak hem de özellikle bu iki yazının bugün de tartışılması gereken rejim ve hegemonya tartışmasını yapıyor olması.
Metin Çulhaoğlu, “2015 ve Sonrası: Yeni Bir Devrimci Dönem Mi?” başlıklı yazısında, henüz 7 Haziran seçimlerinin gerçekleşmemiş olduğu koşullarda dünya kapitalizmini ve Gezi İsyanı sonrası Türkiye’de devrimci bir dönemin mümkün olup olmadığını devrim stratejisi bağlamında tartışıyor. Bunu yaparken hem geçmişte yaşanmış devrimci süreçlere (1848 Avrupa Devrimleri, 1905 Rus Devrimi ve 1917 Ekim Devrimi) atıflar yapıyor hem de iktidar-iktidar bloku-hegemonya üçlüsünü ele alıyor. Can Soyer ise AKP rejimini oluşturan tarihsel süreci ve AKP iktidarının ilk 13 yılında yaşananları Gezi sonrası hegemonya krizine odaklanarak tartışıyor.
“Rejim” Dediğimizde Ne Anlıyoruz?
Yararlandığımız yazıların yayınlanma tarihi Ocak 2015, yani henüz ortada daha iktidar ortağı bir MHP yok. AKP’nin Cemaat’le köprüleri büyük ölçüde atmaya başladığı, dahası altı ay sonra 7 Haziran seçimleriyle HDP’nin yarattığı hükümet krizinin hemen öncesinde ve Gezi’nin neredeyse hemen ardı diyebileceğimiz bir dönem. Bir yönetim krizinin kendini gösterdiği koşullarda Metin Çulhaoğlu, AKP iktidarını “bir tür ‘egemen blok’ ya da onun temsilcisi” olarak görmüyor. Bunu ise şöyle açıklıyor, “Ortada elbette bir ‘egemenlik’ vardır da, bunun kavramın gerçek karşılığıyla bir ‘blokun’ egemenliği olduğu hayli su götürür. Blokta taraflar olur; ‘hayır bloktur’ diye ısrar edenler, Cemaat de devre dışı kaldıktan sonra başka hangi ‘tarafı’ gösterebileceklerdir?” (Çulhaoğlu, s.39). Egemen blok ya da tarihsel blok denildiğinde ise bunun önemi, salt siyasi iktidar pozisyonunu tutan öznenin temsil ettiği ideolojik konumu aşarak kendisi dışında kalan toplum kesimlerinden de onay alan bir bütünleşmeye işaret etmesidir. Yani denklem o dönem için şöyledir: AKP yalnızlaşmıştır (altı ay sonra HDP meclise girdiğinde hükümet de kuramayacaktır), peki o zaman kendi siyasi egemenliğini nasıl tesis edecektir? AKP bu sorunun çözümünü MHP ile ittifak yaparak sağladı. İlk başta birçokları tarafından taktiksel veya dönemsel olarak görülen bu hamle ise siyasi bir ittifak olmanın ötesine geçerek devlet içinde bir yeniden yapılanmayı getirdi, 2015-2017 arasında şehirlerin yerle bir edildiği devlet terörünü düzenledi, faşistler devletleşirken devletin ise faşistleşmesini beraberinde getirdi. Dolayısıyla bugün “AKP karşıtlığı” tartışmasını yeniden düşünmemiz gerekmekte. Artık iktidar AKP’yi aşan, Saray ve onun etrafında kümelenmiş kadrolardan ibarettir. Özellikle son dönemde Can Atalay hakkındaki Anayasa Mahkemesi kararıyla ilgili çatışmada bu daha da gözle görülür hâle geldi. Erdoğan adeta Louis Bonaparte gibi devleti oluşturan kesimleri bir arada tutuyor, onlar adına ancak onların üzerinden tek adam rejimini (AYM meselesinde olduğu gibi) AKP’li kadrolara dahi “ayar vererek” ve ülkeyi anayasasızlaştırarak tesis ediyor.
Aslında rejim olarak tartıştığımız şey, 12 Eylül’ün devletçi siyaset adına muradına erdiği ve 12 Eylülcülüğün toplumda ciddi ölçüde yerleşiklik kazandığı bir bütünlük. Bu anlamda rejim hakkında tespitler yaparken AKP ile başlayıp biten, AKP dışında kalan gerek iktidar ortağı gerek muhalif tüm unsurları tali bir biçimde ele almanın bırakılması gerekiyor. Can Soyer, Komünist’in aynı sayısında, “AKP Rejiminde Hegemonya Krizi” başlıklı yazısında şöyle diyor, “AKP’nin neoliberal dönüşüme paralel olarak uygulamaya soktuğu ve kitlelerle yeniden ilişkilenmeyi sağlayan siyaset tarzı hem geçici hem de kendi başına ayakta kalamayacak denli desteğe muhtaçtı” (Soyer, 53). Bu ifade, hegemonya tartışması bağlamında AKP’nin kırılganlığını anlatmak için kullanılıyor. Yeniden belirtmek gerekir ki bu yazı da Ocak 2015’te yazılmış olup o dönem geçerli olan gerçekliği ele alıyor. Bugünle kıyasladığımızda ise artık meseleyi temelde AKP’nin neoliberal dönüşümü ve onun desteğe muhtaç kırılganlığı üzerinden ele almak yeterli olmuyor. AKP’nin MHP ile başat ve Cumhur İttifakı partileriyle kurduğu ilişki karşımıza adlı adınca bir iktidar bloku veriyor. Yetmiyor, muhalefete baktığımızda bu iktidar blokunun belirlediği sınırlar içerisinde gittikçe daha da sağa kayan ve artık toplumsallaşan faşizan uçlar veren bir tarzın yerleştiğini görüyoruz. Kaldı ki İYİP iktidar ortağı MHP’den, Zafer ise yine buradan oluşmuş bir yapı. Liberal kesimlerle yapılan ittifakı kusan toplum, Türkiye’nin kuruluş kodlarıyla çok daha uyumlu, devletin içinde alıcısı bol olan bu yeni ittifakı benimsiyor demek belki sol muhalif tabanı önemsizleştirmek açısından abartılı bulunabilir ancak gerçekliği yansıtıyor gibi duruyor. Yani Saraj Rejimi, 12 Eylülcülüğü toplumda yerleştirecek bir mayalanmayı sağlıyor, yeni bir toplumsallığı, bu toplumsal tabanda seküler ve muhalif ancak iktidarın güvenlikçi politikalarına tam destek sunacak biçimde Kürt düşmanı ve antikomünist bir tabanı oluşturuyor. Buradan hareketle, AKP’nin “belki bir süre daha iktidarı elinde bulundurmayı” sürdüreceği “ancak toplumun geniş kesimlerinin onayını almak ve onlara önderlik etmek anlamında hegemonyasını geri dönülmez biçimde” kaybettiği tespiti (Soyer, 58) AKP’yi aşan bir rejim bağlamında düşünüldüğünde yeniden düşünülmeye muhtaç.
Blok veya rejim tartışmasını genişletelim. Bir rejimi tanımlayan en önemli unsur belki de kendi muhalefetini belirleyebilmesidir. Bugün Türkiye’de muhalefeti Saray Rejimi’nin çizdiği sınırları tanıma bağlamında bu rejimin bir parçası olarak tarif edebilir miyiz? Yazının girişinde belirttiğim gibi Gezi sonrasında kendiliğinden sola doğru akan bir AKP karşıtı muhalefet dalgası İYİ Parti’nin kuruluşundan sonra ve özellikle Zafer Partisi’nin etkisiyle birlikte sağcı ve seküler bir AKP karşıtlığı oluşturdu. Bu muhalif tabanın ortaklaştığı nokta Kürt düşmanlığı, ataerki savunusu, antikomünizm ve hak mücadelelerine karşı düşmanlaştırıcı bir mesafelenme. Bu özelliklerin toplamı için 2015 sonrası AKP-MHP öncülüğünde gerçekleşen dönüşümün kendi toplumsallığını yaratması olduğunu söylemek abartılı mı olacaktır? Belki bu soruya olumlu yanıt verenler olacaktır ama bu toplumsallığın varlığı 2023 seçimlerinde faşistlerin toplamda yüzde 20 oy oranını bulması, Sinan Oğan’ın oyun kurucu konuma gelmesi, ikinci tur seçimlerinde göçmen düşmanlığının başat hâle gelmesi, HDP’nin kriminalize edilmesi gibi göstergelerle doğrulandı. Metin Çulhaoğlu 2015’te bunu aslında destekleyecek şekilde şöyle yazıyor, “Egemen ideoloji, kendi egemenliğini, dışında kalanları kendisi gibi düşündürerek, kendi söylemine yaklaştırarak, en azından bundan kopmamasını sağlayarak kurar” (Çulhaoğlu, s.40). O zaman akla şu soru geliyor: Gezi’nin ardından salt AKP karşıtlığı ve AKP karşıtı kitleleri kapsamak, bunun için de aslında cumhuriyetçilik üzerinden siyaset geliştirmeye çalışan sosyalistler, gayet seküler ve gayet cumhuriyetçi olan sağcı muhalefetle arasına, yaptığı siyasetin tarihsel/ideolojik çizgilerini ön plana çıkartacak bir siyaseti üreterek cevap vermeyecek mi? Bunun için “cumhuriyet değil, sosyalist cumhuriyet diyoruz” demek yeterli değil. Devrimci siyasetin, kitlelerle buluştuğu anda düzenle uzlaşmaz, devrimci bir çizgiyi ön plana çıkartması gerekir. İktidarından muhalefetine “Türklüğün elli tonunun” belirlediği bir siyaset ortamında devrimci siyasetin çizeceği çizgi, Kürt halkıyla en açık şekilde dayanışmak ve 1923 Cumhuriyeti’ne yapılan atıfları bir kenara bırakarak Gezi’nin evrensel değerlerini halkların eşitliği ve birliği temelinde yükseltecek bir cumhuriyet programını kitlelerle buluşturmak olacaktır.
Günümüzde Siyaset Uğraşı ve İdeolojik Mücadele
Muhalefet alanında verilecek olan ideolojik mücadeleyi biraz daha tartışalım. Metin Çulhaoğlu şöyle yazıyor, “kendi başına ‘ideolojik mücadelenin’ yarılmanın karşı tarafındakileri bozup eksiltici bir etkisi de olamaz. Başvurulacak tek yol vardır: Yarılmanın bir tarafından kalkarak diğer tarafın topyekûn üzerine üzerine giden bir siyasal saldırı ve eylemlilik… İdeolojik mücadele, kendi getirilerini ancak böyle bir siyasal saldırı sonrasında sağlayabilecektir” (Age, s. 40). Burada “yarılmanın karşı tarafı” ile anlatılan AKP tabanı, “yarılmanın bir tarafı” ile kastedilen ise bizim tarafımız. Yani bu yazıda AKP tabanına yönelik bir propaganda çabasına girişmenin beyhudeliği ortaya konulurken aynı zamanda taraflaşma da AKP-AKP karşıtlığı üzerinden tanımlanıyor. Bu alıntıya günümüzden bakıp ekleyebileceğimiz iki nokta var. Birincisi, artık devrimci siyaset açısından AKP karşıtı cephenin ayrıştırılması ve bu cephe içinde bir ideolojik mücadele verilmesi toplumun sağcılaşmasının önüne geçmek ve gerici muhalefetin çizgisiyle iç içe geçmeye başlayan bir siyasetsizliğin varlığında komünist siyasetin tarihsel iddialarını korumak için gereklidir. Yani muhalif halk kesimleri arasında, halkçılığın aynılaştırıcı etkisini bertaraf edecek şekilde bir tasnif yapılmalıdır. Çulhaoğlu’nun sözlerinin geçerliliğini koruyan tarafı ise şudur ki ancak böyle bir çizgide siyaset yapılırsa iktidarın emekçi kesimler içindeki hegemonyası içinde gedikler açılabilir.
İkinci nokta ise daha öznel bir sonuç. Metin Çulhaoğlu, görüldüğü gibi ideolojik mücadelenin “getirilerini ancak böyle bir siyasal saldırı sonrasında” sağlayabileceğini söylüyor. Bu ikinci noktayı seçimler düzleminde değerlendirirsek, TİP’in, sosyalist bir partinin, aldığı 1 milyon oy değerli olmakla birlikte bir sonuç değil ancak bir başlangıç noktasını oluşturuyor. Devrimci özne, “1 milyon oy aldık” diye böbürlenmek yerine bu kitlenin dönüştürülmesi, ulaşılan kitleselliğin örgütsel bir tabana dönüştürülmesi ve tarih bilinçli devrimci kadroların oluşturulması gibi sorunları düşünmeli. 1 milyon oy veya insan -ki 1 milyon oy almış olmak 1 milyon seçmene sahip olunduğu anlamına gelmiyor-, şimdiden öngörülemeyecek bir sıçrama olmadığı müddetçe ulaşılabilecek doğal sınır olarak düşünülmeli. Bir sosyalist partinin kitleselleşmesinin sınırları olduğuna göre, daha önce benzerine az rastlanır şekilde 1 milyon oy almış, tüm ülkeye seslenebilen bir partinin bunu “siyasal saldırının” başarılı olduğu, artık şimdilik ele geçirilen cephelerin konsolide edilmesi hedefiyle değerlendirmeli. Bu da adlı adınca ulaşılan geniş kitleleri düzenden kopartacak bir propaganda faaliyetini gerektitiyor ve ne yazık ki kitlenin bilincini onlara olduğu gibi geri yansıtacak düzeyde bir propaganda, bu kitlenin “eğitilmesi” adına yetersiz kalıyor. Bahsedilen bu kalıcılaşmanın sağlanması için ise “sınıfa kaçış” olarak kodlanabilecek bir retoriğin (aslında siyasetsizleşmenin) ötesine geçip bir devrim stratejisinin, ittifak unsurlarıyla birlikte yeniden ön plana çıkması gerekiyor.
Metin Çulhaoğlu, 1905’ten alınan derslerle birlikte 1917’ye gidilirken Menşeviklerle Bolşevikler arasındaki çatışmayla ilgili, “Menşevikler 1905’te Batı Avrupalı modern tarzda düşünürken, Bolşevikler 1848 tarzında düşünüyorlardı,” diyor ve ekliyor, “Bolşevikler, 1905’ten sonra 1917’de de ‘Batı Avrupalı modern tarzda’ değil bir kez daha 1848 tarzında düşünmüşler, 1848’de yetersiz kalan işçi sınıfı unsurunu öne çıkararak başarı kazanabilmişlerdir” (Çulhaoğlu, s. 37). Bu önerme temel itibariyle elbette ki doğru ancak işçi sınıfı unsuru denildiğinde bunun basitçe “sınıfçılık” yapmaktan ziyade (farklı toplumsal kesimler içinde de) işçi sınıfının devrimci siyasetini örgütlemek olduğunu söylemek gerek. Ayrıca bugünün bağlamının 2015’te Metin Abi’nin bu tartışmayı yürüttüğü bağlamdan farklı olduğunu görüyoruz. Metin Çulhaoğlu, Bolşeviklerle Menşevikler arasındaki temel farkı Menşevikler için “[işçi sınıfı dışında kalan] diğer sınıf kesimlerinin belirli bir hedefe yöneltilmesi uğraşı onlara fazla zahmetli geliyordu: Kapitalizm bir gelişsin de…” diye açıklıyor. Yazının yazıldığı dönemde işçi sınıfı dışında kalan toplumsal kesimlerle ilişkilenmek, yine o dönemde yürütülen ve statükoculuk-devrimcilik olarak kodlanan tartışmanın karşı tarafı olan siyaset tarzına dair idealleştirilmiş ve gerçekte var olmayan tipte bir işçi sınıfının dışında kalan kesimleri, yani sınıf harici devrimci dinamikleri dışlayan, paranoyakça bir korkuyla her yerde renkli devrim gören anlayışa karşı verilen bir tepkiydi. 2023 seçimlerine giderken ise özellikle 2017 Referandumu sonrası süreçte, devrimcilerin ve dahi Kürt siyasetinin demokratik dönüşüm hedefini burjuva öznelere havale ettiği, kendisine ise ancak bu dönüşümle ortaya çıkacak bir muhalefet pozisyonunu uygun gördüğü bir durumla karşı karşıyaydık. Yani yukarıdaki alıntıya atıfla söylersek, (ana akım) sosyalistlere komünist siyaseti kitlesellik içinde örgütlemek uğraşı fazla zahmetli geliyordu: AKP bir iktidardan düşsün de…
Komünist siyasetin kitleler içinde örgütleneceği konusunda kimsenin bir şüphesi yoktur herhalde. Yani komünist siyaset dediğimizde kerameti kendinden menkul, örgütsel bir şemanın dışına çıkmadan her zaman ve her yerde geçerli olan soyut fikirleri tekrarlamayı anlamıyoruz. Komünist olanın aynı zamanda içinde siyaset yaptığı birim olan ülke ölçeğindeki devleti yıkmak yönünde eyleme geçen devrimci olması gerekiyor. Metin Çulhaoğlu, teorik anlamda “komünist=devrimci” denklemi geçerli olsa da “bu teorik geçerliliğin siyasete ve pratiğe istisnasız her tarihsel dönemde bire bir yansıdığını söylemek mümkün değildir” diyor ve devam ediyor, “komünistler, komünist olmayan devrimcileri ‘ideolojik mücadeleyle’ dönüştürme çabalarından önce, salt taşıdıkları sıfatın ötesinde devrimciliklerini de ortaya koyabilirlerse bu ‘dönüştürme’ işinde muhtemelen çok daha başarılı olacaklardır” (Age, s. 38). Devrimci siyaset tabii ki bir ülkenin kendine has koşulları içerisinde bir üretim yapmayı gerektiriyor. Ancak uluslararsı devrimci siyasetin soyutlanmış tarihsel birikimi -yani teori- bizi her zaman sıfırdan başlama zahmetinden kurtarıyor. Eğer şu anda deneyimlediklerimizi tarihte ilk deneyimleyenler olduğunu düşünmeyeceksek, yani biricik olmadığımızı kabul etmekle işe başlarsak, ideolojik çizgilerin önemini ikincilleştiren ve yalnızca gündelik harekete gömülen bir anlayışın başına neler gelebileceğini görürüz. Metin Çulhaoğlu elbette ki ideolojik mücadelenin gereksiz olduğundan bahsetmiyor, yalnızca siyasetle bütünleşik bir fikrî savaşımın anlamlı olduğundan bahsediyor. Çubuğu somut siyasetten yana bükmesi ise yine yazının neye karşı yazıldığıyla anlam kazanıyor. Yazının bağlamının siyaseti yazmak-çizmek, aslında konum belirtmek olarak gören bir anlayışa karşı olduğunu düşünürsek, bugün bu önermeyi ele alırken bu sefer şunu sorabiliriz: Siyasi aktivite, ideolojik bir çaba gösterilmeden devrimci bilinci beraberinde getirir mi? Lenin’den beri biliyoruz ki kendiliğinden gelişen bilinç ile tarih bilinci arasındaki açıyı tarih bilincine/ideolojik donanıma sahip bir öncü devrimci özne dolduruyor.
Yerel Seçimlere Dair Bir Perspektif ve Sonuç
Türkiye’de rejime, genel olarak sosyalist harekete ve sosyalist hareketin hâlihazırda en önemli parçası olarak görülebilecek Türkiye İşçi Partisi’ne dair yukarıda tartışılan durumundan hareketle zaten ara sonuçlar olarak yazıldığı gibi çeşitli tespitlerde bulunulabilir.
Türkiye’de Saray Rejimi denilen olgu AKP’yi de basitçe dinci gericiliği de aşan bir olgudur. Ülkemizin modernleşme tarihi boyunca oluşmuş sağcı birikimin tümden bir harmanlanmasıdır ve ülke tarihinin şu ya da bu dönemini reddeden liberal ittifak döneminde toplumsallaşamayan kuruluş kodlarıyla uyumu sağlayacak türden tekçi ve milliyetçi bir yönelime girdikten sonra sonunda düzen muhalefetiyle ortak bir dili konuşmaya başlamıştır. AKP’ye geçen İYİP vekilleri, Erdoğan’ı destekleyen Sinan Oğan, ne zaman dayanışmacı bir bütünleşme ortaya çıkayazsa ırkçılık ve dezenformasyonla suyu bulandıran Zafer Partisi gibi unsurlar istisna veya sağcılığın kaypaklığı olarak değil, yeni bir rejimin oluşturduğu yeni politik spektrumda yer alan farklı unsurların birbirleri arasındaki geçişkenliğini ve kurulmakta epey yol almış olan rejimi oluşturan temel konularda ulaştıkları uyumu göstermektedir.
Özellikle 2017 referandumu sonrası ortaya çıkan burjuva muhalefetiyle ortak bir cephede AKP karşıtlığında buluşma stratejisi beraberinde siyasetsizleşmeyi getirmiş, gelinen aşamada sağın güç kazandığı bir toplumsal tabanı özellikle gençler arasında yaygınlaştırmıştır. Hâl böyle olunca salt gündelik siyasette alınacak somut tutumların, yani siyaseten hareketli olmanın kitlelerde kendiliğinden bir sola yöneliş getireceğini, devrimci hareketin ise kadrolarını bu kendiliğinden yükselen bilinçle birlikte oluşturacağı yönündeki anlayış yanlışlanmıştır. Ortada yine 2015’te Can Soyer’in yazdığı gibi çeşitli mücadele başlıklarının teorik ya da gündelik olarak ifade edilmesi fark etmeksizin “AKP ile emekçi halk arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın görünümlerine ve sonuçlarına” dönüştüğü ve “ideolojik ve siyasal mücadelenin gündemleri[nin] üst üste [bindiği]” (Soyer, 59) yönündeki tespiti bu yazının mantığına göre yanlışlanmıştır. Bugün örneğin kadın hareketi, LGBTİ+ aktivizmi gibi laiklik talebinin somut siyasette örgütleneceği başlıklarda iktidar bloku her ne kadar gericiliğin kaynağı olsa da bunlar karşı direnç muhalif tabanda güçlenen seküler sağcılığın da karşısına aldığı gündemlerdir. Bu tip gündemlerin en önemlisi ise belki de Kürt halkının ulusal kurtuluş mücadelesidir. O hâlde AKP karşıtı mücadelenin otomatik olarak sola kapı açacağı türünden bir anlayışı terk etmek, komünist siyasetin çizgilerini netleştirecek bir propagandayı aynı yönde gelişen siyasal pratikle birleştirmek, şekilsiz bir kitleselliği bilinçli bir örgütselliğe aktarmak devrimci sorumluluğun bir gereğidir. Örgütsellik ise salt gündelik siyasetin, şu ya da bu düzeyde bir oy hedefinin içinden çıkarılacak bir biçimleniş değil, devrimcilerin tarihsel birikiminin -yani teorinin- devrimci bir iktidar stratejisi bağlamında aktarımını ve yeniden üretimini gerektiren bir süreç olarak görülmelidir.
Yapmaya çalıştığım tartışmanın bağlanacağı nokta bir devrim stratejisinin ve devrimci bir iktidar perspektifinin yeniden düşünülmesinin gerekliliği. Elimden geldiğince açıklamaya çalıştığım ideolojik mücadele başlıklarının ve bunun örgütlülüğe yansımasının basitçe şematik bir bakış olmadığını, pratik siyasete uzanan ancak gündelik siyasetin sağa çeken etkisini bertaraf ederek somut gündemlere müdahil olmayı yeniden ve yeniden garanti altına alacağını vurgulamalıyım. Garanti altına almak ise bir kere oluşturulan sigortaların ömür boyu geçerliliği türünden bir yaklaşım değil, her uğrakta stratejik bütünlüğe uygun biçimde yeniden üretilecek dinamik bir politikleşme sürecini ifade ediyor. Bir devrimci partinin devrim stratejisi olur ve yaptığı her hamle bu strateji doğrultusunda anlam kazanır. Siyasi hamleler ise bir önceki seçimde ulaşılan sansasyonel oy oranına göre değil, stratejik bütünlük üzerinden planlanır. Eğer sizin programınızda statükoculuğa karşı sosyalist hareketin devrimci bir yeniden yapılanması ve Kürt siyasetiyle ittifak Türkiye’de devrimin ana bileşenleri olarak tanımlanıyorsa hamleleriniz buna dönük olmalı. Kazanılan belirli bir “seçim başarısı” sosyalistler arasında -dahası sizin içinizde- bir yeniden yapılanma tartışmasını tetiklemiyor ve dahası Kürt halkıyla sosyalistlerin arasını onarılması kolay olmayacak biçimde açıyorsa bu, kitleselleşmenin teselli edici etkisini bir kenara bırakırsak stratejik devrimci hedeflerinizden sizi uzaklaştırıyor demektir. Yerel seçim hedefleriniz toplumsal muhalefetin yenildiği seçimin kapsamlı bir değerlendirmesine değil de önceki seçimde aldığınız oy oranına, yani giderek siyasetsizleşen bir “kitleselleşme” söylemine dayanacaksa burada hamlenin devrimci mevziler oluşturmaya ne kadar katkı sağlayacağını düşünmemiz gerekiyor.
Türkiye’de devrimci strateji ele alındığında turnusol olarak işlev görmesi gereken unsur CHP’sinden Zafer’ine muhalefetin en gerici unsurlarının dahi sahiplendiği içi boş bir “medeniyet-cumhuriyet” söylemi değil, halklar arası dayanışmayı ören bir yeni ülke perspektifidir. Devrimci komünist öznenin görevi Türkiye’de çeşitli mücadele başlıklarını etrafında devindirecek bir Devrimci Cumhuriyet mücadelesini vermek, burjuva öznelerin dışlandığı devrimci demokratik bir cephenin oluşumuna öncülük etmek ya da katkı sağlamak olmalıdır. Bahsettiğimiz şudur ki Türkiye’de devrim programı, burjuva denge mekanizmasının parçası olacak bir muhalefet rolünü değil halkların eşitliği ilkesinden hareket eden bir işçi sınıfı cumhuriyetini bir alternatif olarak her uğrakta görünür kılmalıdır. Genel seçim değerlendirmesiyle bu perspektifi birleştirdiğimizde ise politik hedefler koyabiliriz. Genel seçimlerde sosyalist, ya da Emek ve Özgürlük İttifakı’nın ortak bir cumhurbaşkanı adayının yokluğunda politikada tamamen etkisiz kılındığımızı ve sonucunda Kürt ve göçmen düşmanlığına, hatta kayyumlara objektif olarak destek istemiş olduğumuzu hatırlamalıyız. Bu yüzden Kürt coğrafyası dışında olabilecek her yerde sosyalistler ortak sosyalist adaylar etrafında kenetlenmeli, olmuyorsa TİP gibi bunu yapabilecek özneler kendi adaylarını çıkartmalı, bu da olmuyorsa HEDEP adaylarına destek sunarak açık bir dayanışmayı örmeli; “AKP’nin belediyeyi alabileceği kritik yerlerde” burjuva muhalefetin kuyruğuna takılacak bir hattı reddetmeli. Eğer işin sonunda kimi yerlerde burjuva muhalefete destek verilecekse de ancak böyle bir irade beyanının bizi bağımsız ve dikkate değer bir özne olarak ortaya koyacağı unutulmamalı ve bu destek tek taraflı konulacak şerhlere değil düzenin vereceği açık bir tavize dayanmalı.
Son olarak bize gelecek mücadele günlerinde rehber olacak şekilde ihtiyacımız olan şeyi tekrarlamalıyız:
Devrimci teori, komünist siyaset!