Filistin ve ezilenin şiddeti


Foti Benlisoy 24.10.2023

“Şiddet; ezen, sömüren, ötekileri kişi saymayanlarca başlatılır; yoksa ezilen, sömürülen, kişi sayılmayanlarca değil” diye yazar Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi’nde. Brezilyalı devrimci düşünür, sanki Filistin direnişinin “Aksa Tufanı” adı verilen operasyonunun hemen ardından alevlenen tartışmaya cevap verir gibidir: “Terörü başlatan; çaresizler, teröre maruz kalanlar değil, iktidarları sayesinde ‘hayatın reddedilmişleri’ni ortaya çıkaran somut durumu yaratan tedhişçilerdir. Despotizmi başlatan, zulmedilenler değildir, zalimlerdir. Nefreti başlatan, horlananlar değil, horlayanlardır. İnsanı olumsuzlayan, kendilerine insan olma hakkı tanınmayanlar değil, onlardan insanlığı esirgeyenlerdir (…) Güçlünün egemenliği altında zayıf düşürülmüş olanlar değil, onları güçsüz kılmış güçlülerdir zor kullanan.” Freire, “bununla birlikte” diye ekler, “ezenler için (…) kötü niyetli, tedhişçi, barbar, kalleş veya savaş isteklisi olanlar daima (…) ‘o insanlar’, ‘kör ve kıskanç kitleler’, ‘vahşiler’, ‘yerliler’ veya ‘yıkıcılar’ diye adlandırdıkları ezilenlerdir.”[1]


7 Ekim’in hemen ardından bir kez daha şahit olduk: Şiddetin bir siyasal mesele halini alması ancak ezilen şiddete başvurduğunda söz konusu olur. Kara Panter hareketinin liderlerinden Stokely Carmichael, nam-ı diğer Kwame Ture’nin hatırlattığı gibi ezenler, onu tekellerinde tuttukları sürece şiddete karşı değillerdir: “Ezen, ancak ezilen ezene karşı şiddet kullanmaktan bahsettiğinde şiddete karşı çıkar.”[2]


Karl Marx, Paris Komünü’nün kanla bastırılması esnasında komünarlarca bir savunma eylemi olarak kimi binaların yakılmasını bir “barbarlık” sayan burjuva basınının ikiyüzlülüğüne karşı feryat ederken aynı noktayı vurgular. “Düzen partisinin kendi kan âlemlerinin kurbanlarına” şiddete başvurduğu için kara çalmasını, “günümüz burjuvasının kendini, plebe karşı kendi elindeki her türlü silahı haklı gören, oysa plebin elindeki en küçük silahın bile kendiliğinden bir suç oluşturduğunu düşünen eski zamanlar baronunun kalıtçısı olarak gördüğünü ortaya koyuyor” diye yorumlar.[3]


Amerikalı siyaset bilimci ve aktivist Norman Finkelstein’ın “modern bir köle ayaklanması” olarak tanımladığı ve Gazze gettosunu çevreleyen apartheid duvarında bir gedik açan silahlı eylemin ardından da benzer bir manzarayla karşı karşıya kaldık.[4] Sanki Filistin meselesi 7 Ekim günü öncesinde yokmuşçasına Hamas’ın ya da Filistinli silahlı grupların saçtığı terör ve dehşet tartışmanın başköşesine oturuverdi. Filistin’in etnik temizlik yoluyla sömürgeleştirilmesinin, Filistin halkının yersiz yurtsuzlaştırılarak parya konumuna itilmesinin yarattığı ve on yıllara yayılan şiddet adeta unutuldu. “Hamas’ın terörünü kınama” sırasına girenler, işgalcinin meşru müdafaa iddiasında bulunabilmesi mümkünmüşçesine “İsrail’in kendini savunma hakkı”ndan bahseder oldular.    


Aslında bu tutum, yapısal-sistemik şiddet biçimlerine dair basbayağı ideolojik bir körlüğün sonucu. Bir an için Filistin’den uzaklaşıp bu “körlüğü” kabaca da olsa tartışalım: Sınıflı toplumlar yapısal, süreklileşmiş ve kurumsallaşmış hâkimiyet ve sömürü ilişkilerince bölümlenmiştir. Hâkim olan gruplar, bu yapısal pozisyonları, yani toplumsal ilişkilerin yapılanışındaki konumları dolayısıyla hâkimiyet altında olan grupları şiddete tâbi tutarlar yahut sürekli şiddet tehdidi altında bulundururlar. Toplumsal ilişkilerin hiyerarşik yapısı ancak kurumsallaşmış şiddet ya da şiddet tehdidi aracılığıyla inşa edilir ve yeniden üretilir. İşte devrimi, isyanı, direnişi dizginsiz bir şiddetin hâkim olduğu bir trajedi, bir felaket olarak resmedenlerin kahir ekseriyeti, hâkim grupların sürekli ve kurumsallaşmış olan ve mevcut tahakküm ve sömürü ilişkilerini ebedi kılmak için uyguladıkları şiddet biçimlerini “olağan” ya da “doğal” kabul ederler.


Amerikalı siyaset sosyoloğu Barrington Moore, bu durumu şöyle tarif eder: “Spartaküs’ün zamanından başlayıp, Robespierre’den geçerek günümüze gelene dek, baskı altındakilerin eski efendilere karşı güç kullanmış olmaları, hemen hemen evrensel bir kınamaya konu olmuştur. Bu arada ‘normal’ toplumun her gün uyguladığı baskılara, tarih kitaplarının çoğunda, geri planda, belli belirsiz değinilip geçilir.”[5]


Böylece toplumsal hiyerarşi ve ayrıcalıkları berdevam kılmaya dönük “sistemik” şiddet görünmez kılınır ya da normalleştirilirken bu hiyerarşileri hedefleyen “karşı şiddet”, tüm insani acıların kaynağı olarak sunulur. Mark Twain, Kral Arthur’un Sarayında Connecticut’lı Bir Yankee adlı romanında, yapısal şiddeti görünmez kılan bu tutumu etkileyici bir açıklıkla ortaya koyar. Twain, muarızları tarafından terörle özdeşleştirilen Fransız devrimi söz konusu olduğunda, aslında bir değil, “iki terör hükümdarlığı” olduğunu hatırlatır:


“Biri yakıcı tutkularla cinayete neden oldu, diğeriyse kalpsiz soğukkanlılıkla; biri sadece birkaç ay sürdü, diğeri binlerce yıldır devam etmektedir; biri binlerce insanın üzerine ölüm kustu, diğeri yüz milyonlarca; ancak bizim titremelerimiz sadece küçük terörün, deyim yerindeyse anlık terörün dehşetine dairdir; fakat baltayla hızlı bir ölümün dehşeti, açlıktan, soğuktan, horgörmeden, gaddarlıktan ve hayal kırıklığından ömür boyu süren ölümün dehşeti karşısında nedir ki? Bir şehir mezarlığı, hepimizin özenle ürpermeyi ve yasını tutmayı öğretildiğimiz kısa terörün doldurduğu tabutları sığdırabilir; ancak diğer daha eski ve gerçek terörün, hiçbirimizin onun genişliğini görmeyi ve ona hakettiği merhameti göstermeyi öğretilmediğimiz bu konuşulamayan, acı ve ahmakça terörün doldurduğu tabutlar tüm Fransa’ya zorlukla sığdırılabilir.“[6]


Dolayısıyla İsrail’in sömürgeci şiddetinin (Twain’in deyimiyle “daha eski ve gerçek terörün”) gözardı edilerek tartışmanın Filistinlilerin karşı şiddetinin (yine Twain’in deyimiyle “küçük, anlık terörün”) güya ahlaki bir tutumla kınanmasına sıkıştırılması, muktedirlerin tahakkümünü perdeleyen bir tutumdur. Şiddetin kategorik kötülüğüne dair ahlaki mutlakçılık, bize şu ya da bu şiddet eyleminin toplumsal bağlam ve içeriğini gözardı etmeyi salık verir. Böylece şiddetin ortaya çıktığı tarihselliği ve sosyal bağlamı (yani hangi somut güç ilişkileri içerisinde şekillendiğini) anlama kapasitemiz, ahlâki bir mutlakçılığın saydam basitliğine feda edilir.


Oysa hâkim grupların sürekli ve kurumsallaşmış olan ve mevcut tahakküm ve sömürü ilişkilerini ebedi kılmak için uyguladıkları şiddet ile tabi olan grupların buna bir tepki olarak gelişen şiddeti arasındaki ayrım çizgisini (bunun ince bir çizgi olduğunu bilerek) muhafaza etmek gerekir. Çünkü hâkim olanın şiddetiyle tabi olanın şiddeti arasında bir eşitlik kurmak, hâkimiyet ilişkilerini görünmez kılma riskini içerir. Troçki, kimse “bir köleyi hile ve şiddetle zincire vuran köleci, hile ve şiddetle zincirlerini kıran köleyle ahlâk karşısında eşittir demeye kalkmasın” diye uyarırken aslında tam da bu tehlikeye işaret eder.[7]


Yukarıda andığım Finkelstein, Filistinli direnişçi grupların eylemini spesifik olarak, ABD’de yaşanmış en kanlı köle isyanlarından biri olan Nat Turner ayaklanmasına benzetir. Virginia’daki köleler, Nat Turner adlı köle vaizin önderliğinde 21 Ağustos 1831 günü ayaklanarak köleleri özgürleştirmek için plantasyonlara kanlı baskınlar düzenlerler. Köleler malikâne malikâne dolaşarak önlerine çıkan neredeyse tüm beyazları öldürürler. Yaşanan kıyım köleci beyaz toplumu sarsacak, ayaklanmanın bastırılmasıyla siyahlara karşı büyük bir şiddet ve bastırma dalgası gündeme gelecektir. İşte 7 Ekim sonrasında hâkim olan ahlâki mutlakçılık bize ayaklanan kölelerin şiddetini de kölecilerin şiddetini de aynı ahlâki terazide tartmayı, şiddeti doğuran köleciliği değil de “tarafların” şiddetini “kınamayı” önerir.


“Nereden ve kimden gelirse gelsin şiddete karşı olmak”, “iki tarafın da suçlarını kınamak” gibi tümcelerle özetlenen tutum, cellatla kurban, faille mağdur arasında yapılabilecek ayrımların üzerini örter ve dolayısıyla toplumsal çatışmaların tarafları arasında (ezen-ezilen) bir eşdeğerlik varsayar. Filistin meselesinde sık sık kullanılan “şiddet sarmalı” ifadesi bu tavrın tipik bir örneğidir. Bu yaklaşıma göre çatışmanın iki tarafı da kendi şiddetinin esiridir ve iki taraftan her şiddet eylemi çözümsüzlüğü daha da pekiştirmektedir. “Tarafların” şiddet eylemleri karşısında eşit mesafede durmayı vaaz eden bu yaklaşımın zayıflığı, meselenin kökeninde İsrail’in işgali ve Filistin’in sömürgeleştirilmesinin yattığını sistematik olarak perdelemesidir.


Sömürgeci baskı şiddetin temel nedeni olduğuna göre, hem ezenin hem de ezilenin şiddetine son vermek için Filistin’in sömürgeleştirilmesine son vermek gerekir. Bu açıdan bakılınca her türlü şiddeti kınayıp, hepsine eşit mesafede durmanın ve şiddete “sıfır tolerans” göstermenin kazandırdığı biçimsel “ahlakiliğin” arka planda son derece derin bir gayriahlakiliği barındırması kuvvetle muhtemeldir. Her şiddet tartışması aynı zamanda o şiddeti mümkün kılan bağlama ve güç ilişkilerine dair bir tartışma olmalıdır. O bağlam unutulduğu, şiddeti mümkün kılan maddi ezme ezilme ilişkileri es geçildiğinde ister istemez ezenin yanında saf tutulmuş olur. Oysa ancak önce İsrail’in işgali ve kendine has sömürgeciliği kınanarak, onun karşısında aktif bir tutum alarak Filistin direnişinin politik ve askeri kimi yöntemlerini gerçekten eleştirmek mümkün hale gelebilir.


İsrail’in Filistinlilere karşı 7 Ekim öncesinde de sonrasında da uyguladığı şiddeti normalleştirip meşrulaştırmak için onları insandışılaştırıp adeta topyekûn bir “terörist halk” olarak algılatmaya çalıştığı ve bunda da hayli başarılı olduğu açık. Dünyanın en büyük silahlı güçlerinden biri olan İsrail, işgal altındaki bir halka karşı “nefsi müdafaa” savaşı verdiğini iddia edebiliyor. Bu bakımdan Filistin, her türlü direnişin daha baştan “terörizm” damgasını yemeye mahkûm edildiği günümüzün hâkim “güvenlik” ve “anti-terör” ideolojisinin arketipi konumunda. Filistin’in mücadelesi tam da bu nedenle aynı zamanda bizim de mücadelemiz olmak durumunda.




[1] Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, çev. Dilek Hattatoğlu ve Erol Özbek, Ayrıntı, İstanbul, 2013, s. 39.


[2] Kwame Ture, “The Pitfalls of Liberalism”, https://redsails.org/the-pitfalls-of-liberalism/


[3] Karl Marx, Fransa’da İç Savaş, çev. Kenan Somer, İstanbul, Sol Yayınları, 1991, s. 78-80.


[4] Norman Finkelstein, “The Slave Revolt in Gaza and Bernie Sanders”, https://normanfinkelstein.substack.com/p/the-slave-revolt-in-gaza-and-bernie


[5] Barrington Moore, Diktatörlüğün ve Demokrasinin Toplumsal Kökenleri Çağdaş Dünyanın Yaratılmasında Soylunun ve Köylünün Rolü, çev. Şirin Tekeli, Alâeddin Şenel, İmge, Ankara, 2003, s. 582.


[6] Aktaran Slavoj Zizek, “The Dark Matter of Violence or Putting Terror in Perspective”, Sophie Wahnich, In Defence of Terror Liberty or Death in the French Revolution içinde, Verso, Londra, 2012, s. XIV.


[7] Leon Troçki, Onların Ahlâkı Bizim Ahlâkımız, çev. Sertaç Canbolat, Göçebe Yayınları, İstanbul, 1997, s. 37.