Seçim yenilgisi: Bir stratejik çıkmaz üzerine notlar


Foti Benlisoy 03.07.2023

Emek ve Özgürlük İttifakı bünyesinde seçim öncesinde cereyan eden ve ittifakın seçim performansını muhakkak etkileyen “liste” tartışmaları, seçim sonrasında da aynı şiddette olmasa da hâlâ devam ediyor. Seçim öncesinde siyasal argümanların neredeyse bütünüyle sayısallaşmasına, yani kimin kaç milletvekili seçtirip seçtiremeyeceğine indirgenmesine, “stratejik oy” tartışmaları etrafında seçim kampanyalarının politik içeriğinin adeta görünmez hale gelmesine neden olan bu tartışma, zamanında Engels’in tarif ettiği “onulmaz” bir hastalığı andırıyor.


Engels’in “parlamenter ahmaklık” yahut “parlamenter kretinizm” olarak adlandırdığı bu siyasal hastalığın talihsiz kurbanları, “tüm dünyanın, geçmişi ve geleceğinin” parlamentoların, yani "bu özel temsil organındaki oy çoğunluğuyla yönetildiğine ve belirlendiğine” inanma eğilimi gösteriyorlardı. Bu hastalıktan muzdarip olanlara göre, parlamentonun duvarları haricinde yaşanan her şey, (Engels’in ifadesiyle “savaşlar, devrimler, demiryolu inşaatları, bütün yeni kıtaların kolonileştirilmesi, Kaliforniya altın keşifleri, Orta Amerika kanalları, Rus orduları ve insanlığın kaderine etki etme iddiasında olan herhangi bir şey”) hep o meclisteki milletvekili sayısına, parlamento çoğunluk ve azınlıklarına tabiydi.


Mutlaka abartıyor ve muhtemelen de haksızlık ediyorum; siyasal saflaşmaları iğneleme maksadıyla da olsa hastalık terimleriyle patolojikleştirmenin pek doğru bir yaklaşım olmadığının da farkındayım elbet. Ancak ülkenin kaderini belirleyeceği iddia edilen, bir “referandum” niteliği taşıdığı öne sürülen bir seçime giderken siyasal tartışmanın “liste” ve olası milletvekili sayısına sıkışmasını ilk bakışta anlamlandırmak aslında hiç de kolay iş değil.


Ancak liste polemiklerinden bir nebze uzaklaşıp seçimin solda hangi stratejik varsayım ve beklentiler çerçevesinde ele alındığını düşününce aslında Engels’in andığı marazın solun seçim performansını belirler hale gelmesi hiç de tesadüfi değil. Sorun “sürecin yönetilememesiyle”, karşılıklı yapılan hatalarla ve “iletişim kazalarıyla” alakalı değil sadece. Mesele, bizatihi biraz önce andığım 14 Mayıs seçiminin muhalif saflardaki yaygın tanımlanma ve anlamlandırma biçimiyle (ve dolayısıyla da yaşanan stratejik çıkmazla) alakalı.


Rejimin "demokratik ayini"


Önce şu “referandum” bahsini açalım. Seçimin bir referanduma, esas olarak da Erdoğan’ın gitmesinin ya da kalmasının oylandığı bir plebisite dönüştürülmesi, muhalefetin belki de en büyük hatalarından biriydi. Troçki, benzer durumlar için, “Tarihin tanıklık ettiği gibi Bonapartizm, evrensel ve hatta gizli oy ile çok güzel sürdürülebilmektedir. Bonapartizmin demokratik ayini plebisittir. Zaman zaman vatandaşlara şu soru sunulmaktadır: Lider tarafında mı yoksa ona karşı mı? Ve seçmen namlunun soğukluğunu omuzları arasında hissetmektedir” diye yazar.


Aynı durum alaturka Bonapartizm için de hayli hayli geçerli. Türkiye’deki otokratik rejim için her seçimin “reisin” oylandığı bir plebisite dönüştürülmesi adeta kural haline gelmiştir. Aslında son on küsür yıldır hep aynı seçimi tekrar ettiğimiz bile söylenebilir. Plebisit, liderin yanında mı karşısında mı olunduğu sorusu etrafında siyasal saflaşmaları ve hizipler arası rekabeti, “şef” merkezli bir biçimde sadeleştirip yeniden örgütlemek için vazgeçilmez bir vasıta haline gelmiştir. Liderin oylatılması, devlet içi hizipler ve sermaye sınıfının farklı fraksiyonları arasındaki güç ilişkilerini Erdoğan’ın mutlak hâkimiyetinde tanzim etmenin yolu olarak sürekli gündeme gelmektedir.


Hal böyleyken muhalefetin seçimin referanduma dönüştürülmesi argümanına dört elle sarılması, “oyunu” tam da rejimin arzu ettiği alanda kurması sonucunu yarattı. Daha da vahimi, solun, yani Emek ve Özgürlük İttifakı bileşenlerinin de bu tezi benimsemesi, ittifakın siyasal iddia ve argümanlarının da esas itibariyle “Erdoğan (saray rejimi) karşıtlığı”na indirgenmesi anlamına geldi. Bu durum, ittifak bileşenlerinin siyasal söylem ve seçim propagandasının düzen içi muhalefetin argümanlarıyla önemli ölçüde benzeşmesi sonucunu doğurdu.


Emek ve Özgürlük İttifakı (aslında Sosyalist Güç Birliği'ni oluşturan güçler de) rejim sorununu ana akım muhalefete havale eden, rejimi ancak düzen içi muhalefetin oluşturduğu birliğin geriletebileceğini zımnen kabul eden bir tutum içerisinde oldu. Otokratik-şefçi rejime son verilmesi “işi” ana akım muhalefete ihale edince sola kalan, olası bir restorasyonun muhalefeti rolünü baştan benimsemekti. Böylece sol seçim sathı mailine girerken genel muhalefetin bir eklentisi, bir “yedek kuvvet” rolünü ister istemez üstlenmiş oldu. Bir üçüncü blok olma iddia ve hedefi baştan sakatlanınca da tartışma milletvekili sayısına, alternatif liste tasarımlarına kilitlendi.


Bu durum elbette sadece solun seçim stratejisine indirgenerek tartışılamaz. Sol (mesela YSP ya da Emek ve Özgürlük İttifakı), bir cumhurbaşkanı adayı göstermiş olsaydı durum farklı mı olurdu sorusunun aslında çok da anlamı yok. Zira sorun çok daha derinde: Esas itibariyle ana akım muhalefetin solundaki güçlerin stratejik inisiyatifi hiç değilse Adalet Yürüyüşü’nden beri düzen içi muhalefete kaptırmış olmasıyla alakalı. Dolayısıyla solun düzen içi muhalefetten ayrı, ona alternatif bir “demokratikleşme” stratejisine sahip olmamasıyla doğrudan bağlantılı.


Önümüzdeki muamma


Troçki 1904 yılında, Rusya’da sosyal demokrasinin tarihsel gelişimini ve cebelleştiği sorunları tartışırken, “İki bağımsız tarihsel eğilimi temsil eden devrimci demokratik görevlerle sosyalist görevler arasında ilkeler temelinde bir uzlaşma: Rusya toplumunun kaderinin partimizin önüne koyduğu muamma bu” diye yazıyordu.


Bir asır sonra Türkiye sosyalist hareketinin benzer bir muammayla karşı karşıya olduğunu söylemek hiç de yanlış olmaz. Bir yanda işçi sınıfının geçmiş dönemin yenilgilerinin yükünü atarak bir siyasal güç olarak yeniden örgütlenmesi sorunu, diğer yandaysa otokratik-şefçi rejimin geriletilmesi gerekliliği. Sorun, bu iki farklı “görev” arasında Troçki’nin deyimiyle “ilkeler temelinde bir uzlaşı” örgütleyememekten kaynaklanıyor.


Sosyalist hareket fiili olarak işçi sınıfının “ekonomik mücadelesi” ve toplumsal mücadeleler alanında “inşacı” bir faaliyetle “büyük siyaset” alanında genel kamuoyuna hitap eden radikal demokratik talepler için mücadele etmek arasına sıkışmış durumda.  Mücadelenin farklı öncelikleri olan bu iki sektörü arasında stratejik bir bağlantı büyük oranda eksik. Biriktirmeyi, bazen iğneyle kuyu kazmayı gerektiren inşacı faaliyet sosyalist hareketin toplumsal-sınıfsal zeminlerdeki hinterlandını genişletmeyi, siyasal güç ilişkilerini belirleyen sınıfsal güç dengelerinde kalıcı değişimler yaratmayı önüne koyuyor. Ancak güncel siyasal mücadeleyle somut bağlantılar kurulamadığı için bu inşacı faaliyetin tecrit olması, siyasal güçler dengesindeki olumsuz gelişmeler dolayısıyla etkisini yitirerek gerilemesi riskiyle sürekli olarak karşı karşıya kalıyor.


Güncel siyasal gelişmelere sosyalist bir perspektifle devrimci-radikal müdahalelerde bulunma çabalarının toplumsal-sınıfsal zeminlerdeki mücadelelerle arasında stratejik bağlantılar kurulamaması ise düzen içi muhalefetin kuyruğuna takılma, inisiyatifi ana akım muhalefete kaptırma riskini beraberinde getiriyor. Taktik esnekliğin, kopuş ve sıçramalar temelli bir stratejik zaman anlayışının geçerli olduğu bu alan bir biriktirme faaliyetinin üzerine yaslanmayınca sosyalist hareketin güncel siyasal müdahaleleri stratejik bir sürekliliğe sahip olmuyor. Her kritik dönemeçte taktiksel bir oportünizmin, hatta “kuyrukçuluğun” baskın hale gelmesi tehlikesi baş gösteriyor.


Eksik olan şey, Lenin’in Ne Yapmalı’daki ifadesiyle, “bütün halk adına hükümete karşı saldırıyı, proletaryanın devrimci eğitimini ve siyasal bağımsızlığının kıskançlıkla korunmasını, işçi sınıfının ekonomik mücadelesine kılavuzluk etmeyi ve sömürücülerle yaşadığımız (…) bütün kendiliğinden çatışmalarından faydalanmayı kopmaz bir bütünlük içerisinde değerlendiren” bir stratejik doğrultu ve o doğrultuya uyarlı örgütsel araçlardır. Biriktirmeyi esas alan inşacı faaliyetle siyasal müdahaleyi hedefleyen stratejik faaliyet arasında böylesi “kopmaz bir bütünlük” oluşturulamadığı müddetçe her siyasal dönemeçte, her keskin virajda savrulmak kaçınılmazdır.


Aşamacılık


“Ekonomik/toplumsal mücadele” ile “siyasal mücadele” arasında neredeyse hiç bağ kur(a)mayan bir “aşamacılık” sosyalist harekete musallat olmuş durumda. Aslında aşamacılık iki düzlemde belirleyici: Bir yanda anlamlı bir sosyalist inşa faaliyetini “demokrasi sorunu” halledilinceye, “cehennemin kapıları kapatılıncaya” kadar ertelemeyi dayatan “siyasal aşamacılık”. Diğer yandansa işçi sınıfı içerisinde bir sosyalist siyasal faaliyetin ancak doğrudan-güncel iktisadi talepler etrafında seferberlik aşamasını, yani “ekonomik mücadeleyi” takip etmesi gereğini dayatan “iktisadi aşamacılık”.


Aşamacılığın bu her iki biçimi de siyasal mücadeleyle ekonomik/toplumsal mücadele, yani demokratik görevlerle sosyalist görevler arasına adeta bir Çin seddi inşa ediyor. Hal böyle olunca bir yanda toplumsal mücadele ve direnişlerin lineer gelişiminin her derde deva olacağına dair bir “hareketçilik”, diğer yanda da toplumsal mücadeleler alanıyla hiçbir somut bakışımı olmadığı için düzen içi muhalefetin yağmasına açık bir “büyük siyasetçilik” (ve ona bağlı seçimcilik, parlamentarizm vs.) eğilimi aynı anda ve bir arada var olabiliyor.


Demokratik görevlerle sosyalist görevler arasındaki bu katı ayrım dolayısıyla sosyalistler açısından siyasal mücadele, yani aktüel siyasal güç ilişkilerine müdahale, işçi sınıfı içerisinden ve işçi sınıfı aracılığıyla gerçekleşmiyor, tersine (tabir caizse) ancak işçi sınıfına sırtını dönerek mümkün hale geliyor. Fakat bağımsız bir proletarya politikasının örgütlenmediği her durumda da düzen içi muhalefetin görece daha “sol” kimi unsurlarının peşine takılmak kaçınılmaz oluyor.


Bu durum, sosyalist hareketin Türkiye’de mevcut siyasal rejimi geriletmeye dönük kendine has, ayrıksı bir siyasal stratejisinin, işçi sınıfının çıkarları temelinde bağımsız bir “demokratikleşme” perspektifinin olmadığı anlamına geliyor. 14/28 Mayıs seçimleri esas itibariyle bu vaziyetin, yani sosyalistlerin rejimin alt edilmesi işini zımnen de olsa düzen içi muhalefete ihale etmiş olduğunun belki de en net fotoğrafıydı. Seçim sathı mailinde sol içinde yaşanan “yıkıcı” tartışmalar, aslında bu vahim durumun bir çarpıtılmış yankısından ibaret.


Bu durumun tekerrürünü önlemek, işçi sınıfının sermayenin farklı politik eğilim ve akımlarından siyaseten koparılmasını sağlamak için ekonomik/toplumsal mücadele alanlarıyla siyasal mücadele alanı arasında var olan katı ayrımı ortadan kaldırmamız gerekiyor. Ekonomik mücadeleyi siyasallaştırmak ve böylece siyasal mücadeleyi de ekonomikleştirmek, yani sınıf içeriğini derinleştirmek gerekiyor.


Kızıl bir istibdat karşıtlığı


İşçi sınıfının bir sınıf olarak siyasal alana müdahale etme kapasitesinin neoliberal karşı devrimle büyük ölçüde zaafa uğradığı bir çağda, otoriterizme karşı mücadelenin nasıl ve hangi yollarla gerçekleştirilmesi gerektiği bizim büyük muammamız. Üstelik bizatihi demokrasinin yaşadığı erozyonun müsebbibi de işçi sınıfının bir siyasal fail olarak sahneyi önemli ölçüde terk etmiş olması. Tam manasıyla bir kısır döngüyle karşı karşıyayız: İşçi sınıfının kendi kaderine sahip çıkma gücü tamir edilemediği müddetçe otoriter yuvarlanış derinleşecek, otoriterizm derinleştikçe de işçi sınıfının siyasal kapasitesi tahrip olmaya devam edecek.


Bu durumu tersine çevirebilecek şey, siyasal istibdadı fabrikadaki sermaye istibdadıyla, evdeki patriyarkal istibdatla birlikte hedefine koyan ve üretim ve bölüşüm ilişkilerini yeniden siyasallaştıran, siyasal alanın konusu kılan “plebyen” bir istibdat karşıtlığının ayrıksı bir politik çizgi olarak örgütlenmesidir. Siyasal güç ilişkilerinin ancak toplumsal-sınıfsal güç ilişkilerinin değişmesiyle mümkün olabileceğini savunan, neoliberalizmin depolitize ettiği alanları siyasetin merkezine taşıyan “kızıl” bir istibdat karşıtlığının olası toplumsal tabanı muhtemelen sandığımızdan geniştir.


Engels, 1871 yılında proletaryanın bağımsız bir siyasal eylem çizgisi olması gereğine itiraz eden Bakunincilerle yaptığı polemikte şöyle diyordu: “Devrim, siyasetin en yüksek eylemidir; bunu isteyenler aynı zamanda onu hazırlayan, işçilere yokluğunda her zaman aldatılacakları, devrim için gereken eğitimi veren aracı, siyasi eylemi de istemek zorundadır.” Ancak Engels’e göre bu siyaset genel geçer, ana akım bir siyaset biçimi olmamalıydı: “Gerekli olan siyaset, işçi sınıfı siyasetidir; işçi partisi, bir burjuva partisinin kuyruğu olarak değil, kendi hedefi, kendi siyaseti olan bağımsız bir parti olarak inşa edilmelidir.”


Eksiğimiz tam da budur: İşçi sınıfı siyasetinin “kimsenin kuyruğu olmayan, kendi hedefi, kendi siyaseti olan bağımsız” bir siyasal eğilim olarak inşası. Yine Engels’in bir başka yerde ifade ettiği gibi, “emekçi kitlelerin (…) kendilerini bütün diğer sınıflara karşı bir sınıf olarak hissetmeleri ve bu hisse bir ifade vermeleri için” gerekli olan husus tam da budur. Bu eksiklik mevcut olduğu sürece sosyalist hareketin ne sınıf içerisinde kökleşmesi ne de rejim karşısında anlamlı bir odak haline gelmesi mümkün olabilecektir.


14/28 Mayıs seçim sonuçları, bir siyasal çevrimin sonuna geldiğimizi gösteriyor. Tüm muhalefeti “Erdoğan karşıtlığı” ve parlamenter sisteme dönüş asgari müştereği zemininde birleştirmeyi esas alan stratejik önerme duvara toslamıştır. Bize ait olmasa da sosyalist hareket ve toplumsal muhalefet güçleri üzerinde de mutlak hakimiyet kurmuş bu stratejik önermenin yenilgisi bizim de yenilgimizdir. Milli Tarih müfredatına has, “müttefiklerimiz yenildiği için biz de yenik sayıldık” klişesine sığınarak gidilecek yol yok. Seçim mağlubiyetinden sosyalistler adına çıkartılması gereken temel ders, sosyalist hareketi düzen içi muhalefetin stratejik hedef ve önceliklerinin fiilen bir eklentisi haline getirmiş olan bu durumun sorgulanması ve değiştirilmesi zaruretidir. Marx’ın ta 1850 yılında, farklı koşullar altında ama benzer bir durum için (yani komünistlerin “küçük burjuva demokratlarının mutlak hâkimiyet ve liderliği altına girmesi” hakkında) yazdığı gibi, “bu durumun böyle devam etmesine izin verilemez; işçilerin bağımsızlığı yeniden sağlanmalıdır.”