Seçimler & Ötesi: Seçim Sonrası Restorasyon İhtimalleri


Aydın Onay 07.05.2023

Seçim gününün yaklaşmasıyla giderek daha da etkisini artıran seçim atmosferi, merkezî siyasal rekabetin asli unsurları olan iki farklı sermaye kesimi ve bunların kapitalist restorasyon projelerini gizleme işlevi görüyor. Özellikle Millet İttifakı cephesinden hararetli konuşmalar ve dikkat çekici vaatler ile üstü kapalı bir şekilde Türkiye kapitalizminin restorasyonuna yönelik projeler ve bir program ifade edilmeye çalışılıyor.


Bu durumda sosyalistlere düşen bir görev de meselenin gizeminden arındırılması ve sorunun doğru bir şekilde ortaya konmasıdır: Seçimlerin ardından egemenler üretim ve bölüşüm ilişkilerini nasıl tadil edecekler? Farklı sermaye kesimlerinin programları nasıl farklılaşıyor, ve bu programların seçimlerde yarışan iki ana ittifakın politikalarıyla ilişkisi nedir?


Tüm bunları yazar Hakkı Özdal ile konuştuk.


Öncelikle hoş geldiniz, ilk sorumu hemen sorayım. Siz önümüzdeki seçimleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Nasıl bir seçime gidiyoruz?


Aslında 2023 seçiminin bunca hararetle gündemde olmasının bir sebebi, bu seçimin Türkiye’de çok uzun zamandır devam eden bir siyasal krizi çözeceğine dair beklenti. Bu beklenti çeşitli kesimlerde mevcut. Burjuvazinin bir kesiminde, halk sınıflarının bazı kesimlerinde, özellikle kentli emekçilerin arasında ve özellikle de AKP iktidarı döneminde oluşmuş bir tür dönem muhalefetinin geniş saflarında; hatta bazı uluslararası mahfillerde... Bu yanıyla 2023 seçimi yıllar öncesinden, hatta 2018 seçiminin ertesi gününden başlayan bir toplam süreç ve Türkiye’nin pek çok sorununu çözmek için önemli bir düğüm noktası gibi algılanıyor.


Peki 2023 seçimi öngününde nasıl bir krizle karşı karşıyayız? Seçimden beklenen, siyasal krizi çözmesi. Ama Türkiye’nin sorunları çok katmanlı. Ülke öncelikle iktisadi bir bunalım halinde. Burjuva iktisadın temel kavramları açısından Türkiye teknik olarak krizde görünmüyor, resesyonda değil; fakat öncelikle çok önemli bir bölüşüm şoku var. Gıda ürünleri ve kiralar başta olmak üzere emekçilerin temel harcama kalemlerinde olağanüstü bir pahalılık, buna karşılık gelirlerde bir küçülme, yoksullaşma var. Emekçilerin ücretleriyle birlikte örgütlülüğü de çok baskılanmış, geriletilmiş durumda. Siyasal kriz bu atmosferde yaşanıyor ve 2023 seçimlerinin çözmesi hayal edilen, beklenen kriz olarak da bu siyasal krize işaret ediliyor.


Peki bu kriz nedir? Türkiye’de 2002 yılında ortaya çıkmış bir siyasal iktidar terkibinin ilk on yılında ürettiği iktisadi, sosyal, siyasal birikimin ikinci on yılda başkalaşmasıyla ortaya çıkmış bir kriz. Bunun iki temel yanı var: birincisi toplumun çok geniş kesimiyle bir “kültürel çatışma” adı altında girilmiş ve aslen seçim kazanmaya, sandık rızası devşirmeye odaklı bir siyasal hegemonyanın krizi. İkincisi iktisadi olarak Türkiye kapitalizminin yönüne ilişkin farklı burjuva fraksiyonların, projelerinin hatta bununla ilintili olarak farklı devlet tahayyüllerin bir çatışması. Bunu biraz açmak gerekirse, AKP 2002’de Türkiye’yi, zaten 1980’de girdiği hat üzerinde, uluslararası kapitalist sistemin tüm cereyanlarına; hem finans, hem diğer yatırım hareketlerine tamamen açık hale getiren, ülkenin tüm ulusal kalkanlarını ortadan kaldıran bir yol izledi. Bunun 2013’e kadar burjuvazi açısından sorunsuz gittiği söylenebilir. Ara dönemde başta para politikası olmak üzere en temel konularda, bugün “Ortodoks ekonomi politikaları” olarak anılan uluslararası kapitalist müktesebata uygun davranma eğilimi var. Özelleştirmelerle kamu varlıklarının, başta yerli ve yabancı büyük sermaye olmak üzere, çeşitli sermaye kesimlerine aktarılması var. Ücretler üzerinde büyük bir baskılama, emeğin yalnızca bir iktisadi varlık olarak değil politik güç olarak da iyiden iyiye silahsızlandırılması, manipüle edilmesi süreçleri var. Bu on yıllık sürecin birkaç baskın özelliği üzerinde durulmalı. Mesela işçi sınıfı açısından açık bir saldırı dönemi bu. Sözgelimi 2010’daki Tekel direnişinde ortaya çıkan tablo, devletin siyasal şiddetinin emekçilerin üzerine sürülmesidir ve bunun sürekliliği olmuştur. Eş zamanlı olarak devlet ve bürokrasi de bir çatışma alanı haline gelmiştir.  Ergenekon, Balyoz vb. operasyonlarla devlet içindeki bazı kesimlerin tasfiyesi hedeflenmiş ve bu büyük oranda başarılmıştır. Tüm bunların tamamlanması sırasında, sermayenin geniş kesimleri açısından ortak rızayı üretebildi AKP iktidarı. Ayrıca halk kesimlerinde de görece istikrarlı bir rıza üretti. Bunu yaparken en büyük dayanağı bolca bulduğu dış kaynaklardı ve bunun aracılığıyla bir sahte refah ortamı yarattı. Ali Babacan’ın, yanılmıyorsam 2007’de “Dolar yağmuruna şemsiye açmayacağız” diye bir beyanatı var. Dönemin ekonomiden sorumlu bakanıydı. Bu aslında Türkiye’nin dış kaynak adı altında yabancı sermaye girişine tüm kapılarını açtığı bir dönemdi. Toplumun özellikle ücretli emek kesimlerinde, değerli TL, ucuz döviz sayesinde ithal ürünlere kolay erişimi kışkırtan, borçlanmaya dayalı bir sahte refah atmosferi yarattı. Bu atmosfer, emekçi sınıflar açısından, AKP iktidarının görece daha istikrarlı, sosyal refahı arttırmış bir pozisyonda görünmesine yol açtı.


2013 itibariyle bu görüntü peyderpey geriye gitmeye başladı; çünkü bütün bu başarı gibi görünen süreci uluslararası kapitalist sistemin eğilimleri sayesinde kotaran AKP iktidarı, oradaki değişimle baş edecek araçlara ve güce sahip değildi. 2013’te Gezi’nin darbe olarak görülmesi, aslında Gezi protestolarından önce başlamış olan TL’nin değersizleşmesi sürecinin Gezi’ye bağlanması, bu sıkışmışlığın politik olarak alt üst edilme çabasıydı. 2013’ten sonra, özellikle uluslararası piyasalardaki krizin aşılması için yeniden bir parasal genişlemenin ortaya çıkmasıyla, elde edilen geçici rahatlamalar iktidarın ömrünü uzattı. 2016’ya kadar ağır aksak geldi bu süreç. 2016’dan itibaren ise AKP’nin 2002-2007 arası, bugün burjuva muhalefetinin nerdeyse büyük oranda sahiplendiği iktisadi politikalarından tamamen vazgeçme eğilimine girdiği bir dönem başladı. Fakat o dönem mevcut iktidar şöyle bir şansa sahip oldu: 15 Temmuz darbe girişimi, vaktiyle birlikte hareket ettikleri Gülen cemaati bahanesiyle toplumun çok geniş kesimlerine ölçüsüzce siyasal şiddet kullanma imkanı sağladı iktidara. Aslında yapaylaşmış, rıza üretimi sırasında sıkıntı yaşayan iktidar, bu başarısız kalkışmadan aldığı politik güçle ülkeye daha uzunca bir süre hâkim olma şansı elde etti. Bu esnada ittifaklarını değiştirdi. Daha önce kendi karşısında olan, söz gelimi ulusalcı, milliyetçi kesimlerle, devletten tasfiye edilmiş bazı güçlerle yeni ittifak zeminleri buldu. Son derece pragmatik yapısı nedeniyle geçmişten büyük oranda vazgeçti. Kürt hareketiyle yürüttüğü, aslında baştan beri politik bir ufku olmadığı anlaşılan çözüm sürecini rafa kaldırdı, topyekûn savaş başlattı.


Bugün yetersiz bir ifadeyle “güvenlikçi” diye adlandırılan bir siyasal şiddet rejimine geçti. 2016’dan itibaren Türkiye’ye hâkim olan, özellikle de Erdoğan’ın şahsında ortaya çıkan bir siyasal şiddet rejimidir. Bu rejiminin arkasında inşaat, tekstil, gıda gibi emek yoğun, kamu desteğiyle güçlenmiş, palazlanmış sektörlerde yoğunlaşan sermaye kesimleri var. Bunlar MÜSİAD’da, TOBB’a bağlı odalarda örgütlüler. Genellikle ihracatçı pozisyondalar. Hatta bunlar AKP’nin, Arap Baharı başta olmak üzere çeşitli dönemlerde uyguladığı uluslararası siyasetin, dış politikanın da talep edeni ve belirleyicileri oldular. Orta Doğu, Kuzey Afrika pazarlarına açılma şansı buldular ve hızlı büyüdüler. Özellikle Anadolu’da ucuz emekle, tarikat-cemaat bağlantılarının, dinsel ağların emek sömürüsünde sağladığı ek olanaklarla avantaj elde ettiler. Hızlı bir zenginleşme oldu. Özellikle inşaat sektörü kamu olanaklarından çok fazla yararlandı. Büyük bir sermaye birikimi ve buna eşlik eden bir medya aygıtı; kamunun belli başlı güçlerinin, belli başlı olanaklarının ele geçirilmesi: TRT, AA, AFAD, Kızılay gibi kuruluşlar... Bunlar aracılığıyla bir anda devletin içinde hızla genişleyen bir leke, bir yandan da sermayenin belli bir kesimiyle girilmiş açık ittifaklar... Türkiye’yi yaklaşık 7 yıldır giderek azalan bir rıza ve bununla orantılı olarak giderek artan bir siyasal zorla yöneten rejimin ana dayanakları, sermaye ve devlet içindeki bu güçleridir.


AKP’nin ilk yıllarından bahsederken sermayenin neredeyse tamamının AKP’yle ilişkilendiği ve rıza gösterdiğini söylediniz. Aynı zamanda 2016’dan sonra sermayenin azımsanmayacak bir kesiminin AKP’den “uzaklaştığını” yani artık bir bütün olarak sermayenin AKP’nin arkasında olmadığı söylüyorsunuz. 2016’dan sonra burada artık sermaye içi bir anlaşmazlık ya da sermayenin bir kesiminin iktidar ile siyasal açısının iyice açıldığını söyleyebilir miyiz?


Bu ilk ayrım 7 Haziran 2015 seçimlerinde ortaya çıkıyor. 7 Haziran 2015 seçimlerinde büyük sermayenin bir kesimi bir iktidar değişikliği ya da AKP’nin hegemonik iktidarının zayıfladığı politik koşulları istediler. Hatta arzu ettikleri sonuç büyük oranda 7 Haziran’da oluştu. En çok istedikleri şey bir AKP-CHP koalisyonu kurulmasıydı. 2015 yazında bunu talep ettiler ama onların planlarını aslında iki şey bozdu. Birincisi, devlet içindeki bazı güçler, Kürt hareketiyle yürütülen çözüm sürecinin imhasıyla ve bu esnada girişilen çok yönlü terör eylemleriyle, IŞİD’in saldırılarıyla, şehirlerde patlayan bombalarla Türkiye’yi abandone etti. Sermayenin de güvenlik ihtiyacı yeniden zuhur etti ve büyük burjuvazi bazı hesaplaşmaları ertelemek durumunda kaldı. 2017 hatta 2018’de bile Güler Sabancı’nın Berat Albayrak’a güven bildirmesi bunun bir sonucu aslında. Güvenlik krizinden çıkarken AKP kadrolarına yeni bir şans tanımak, aslında bir tür yeni başlangıç yaparak, yeni AKP dönemini mevcut AKP kadrolarının rızasıyla üretmek gayretinin bir ürünüydü. Ama Erdoğan, iktidarını paylaşmayı ya da iktidarında bir yön değişikliğine gitmeyi kabul etmedi. Kriz derinleşti ve krizin en açık ortaya çıktığı an 2019 Mayıs’ında TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Toplantısında Tuncay Özilhan ve dönemin TÜSİAD Başkanı Simone Kaslowski’nin, neredeyse bir manifesto niteliğindeki açıklamaları oldu. Bu toplantının İstanbul seçimlerinin iptal edilmesinden hemen sonra yapıldığını da hatırlatmakta yarar var.


Bugün Millet İttifakının seçimden galip çıktıktan sonra “devletin tekrar toparlanması/devletin itibarını geri kazanmak” gibi bir vaadi var. Bunu sermaye gruplarıyla da konuşuyor. CHP’nin geçtiğimiz aylarda açıkladığı program ve gerçekleştirdiği iktisat kongresi de bunu gösteriyor. Peki iktidardan kopan ya da iktidarla artık aynı programatik çerçevede düşünmeyen sermaye grubu Millet İttifakı’nı kendi siyasal öznesi olarak görüyor diyebilir miyiz? Kendisini orada bulabiliyor mu? Başka türlü sormak gerekirse somut olarak iki ittifakın mücadelesini iki sermaye grubunun kavgası olarak görebilir miyiz?


Millet İttifakı’nda bulmaktan öte, Millet İttifakı’nda neredeyse bina etti sermaye. Büyük sermayenin TÜSİAD içindeki belli başlı büyükleri, finans kapitale de sahip bulunan; uluslararası sermayeyle entegrasyonu çok yüksek düzeyde olan yeşil dönüşüm, dijital dönüşüm gibi maliyetli süreçlere dayanıklı olan ve Türkiye kapitalizminin kabuk değişimini arzulayan sermaye grupları: Eczacıbaşı, Sabancı, Koç, Özyeğin... İsimleri çoğaltabiliriz. Sadece bunlar değil, bu dönüşümden faydalanabileceğini düşünen daha küçük-orta ölçekli olanlar.


TÜSİAD’ın son başkanının TÜRKONFED kökenli olması bir tesadüf değil. TÜRKONFED aslında MÜSİAD’ın bir tür alternatifi olarak, MÜSİAD karşısında oluşmuş bir orta ölçekli sermaye örgütüydü. TÜRKONFED’den seçilmiş bir Başkan aslında büyük sermayenin, sermayenin diğer kesimleri üzerindeki hegemonyasını yeniden tesis etmek üzere atılmış bir adımdı. Az önce bahsettiğim 2019’daki manifesto niteliğindeki çıkışta üç temel eleştiri yönelttiler iktidara. Birincisi, tabi ki ekonomi politikalarının tıkandığını, sürmeyeceğini söylediler. İkincisi demokrasiyle ilgili sorunlardı. Bu, Türkiye’deki muhalefetin geniş kesimleriyle birleşmek için bir olanak yaratıyordu. Burjuvazinin demokrasiyle ilgili çok büyük sorunları, beklentileri yok elbette; ama kendilerinin de gadre uğradığı istisnai durumlar olmadı değil. Aydın Doğan’ın medyadan tasfiyesi bunun en bariz örneklerinden biri. Üçüncüsü, dış politikaya ilişkin itirazlarını dile getirdiler.


Sonra tüm bu eleştirilerinin bir siyasi mecrasını, öncüsünü göremedikleri koşullarda, 2021 Ekim ayında, “Geleceği İnşa” adı altında, esasen alenen bir “hegemonya projesi” açıkladılar. Bu hegemonya projesi, sadece iktisadi bir kalkınma, bir birikim modeli önerisi değil, aynı zamanda ideolojik ve entelektüel yanları olan stratejik bir projeydi. Ben Geleceği İnşa projesinin tanıtımını yerinde izleme şansına sahip oldum. Büyük sermayenin belli başlı unsurlarında, adeta bir politik coşku vardı o gün. Millet İttifakı’nı var eden koşullar o politik coşkudan kaynaklanmıştır. Millet İttifakı, 2019 Mayıs’ında başlayıp 2021 Ekim’inde Geleceği İnşa projesiyle somut bir programa dönüşen, alternatif burjuva hegemonyanın politik mecrası haline geldi. Aksaklıklar yaşadı, çok yakın olan Mart ayında tepetaklak olma riskini yaşadı. Ama her defasında onu düştüğü yerden tutup kaldıran da büyük sermayenin iradesi, baskısı oldu bana göre. Elbette halkın gösterdiği tepki de etkili olmuştur ama Akşener’i masaya geri oturtan asıl şey, büyük sermayenin o ittifak deseninin bozulmaması konusundaki iradesi oldu.


O zaman burada restorasyon projesinin somut bir programı olduğunu iddia edebiliriz. Restorasyon 2013-2014’te de tartışılan bir konuydu. Fakat yine 2013’ten bu yana büyük sermaye deyince akla gelen TÜSİAD’ın sürekli siyasal tavrının düşük dozajda kalıyor olması, “kaygılıyız” açıklamalarından ileri gitmemesi (hatta bir dalga konusu da olmuştu “kaygılıyız” ifadesi) de göze çarpıyordu. Artık şimdi, somut siyasal tezler ve özneler ortaya çıktığını söylüyorsunuz. Millet İttifakı ile yeni bir restorasyon dönemine mi gireceğiz?


Millet İttifakının programı, çok açık bir restorasyon programı. Hatta bu restorasyon sermaye sınıfının 12 Eylül’den beri elde ettiği kazanımları gözeten, bu kazanımları büyük oranda korumaya çalışan, ama sadece bazı politik zorluklar nedeniyle küçük tavizler vererek halktan rıza devşirmeye çalışan bir restorasyon. Bunun içinde sermaye sınıfının AKP dönemindeki kazanımlarını da koruma çabası var. Ali Babacan’ın masada olması tesadüf değil. Ayrıca Daron Acemoğlu gibi, İyi Partinin ekonomi politikalarından sorumlu Bilge Yılmaz gibi aslında neoliberal ekonomi politikalarını Türkiye’de yeniden ihya etmeye dönük fikirleri neşreden, buna ilişkin programlar hazırlayan kesimlerin Millet İttifakı’nın vitrininde olması da tesadüf değil. Millet İttifakı’nı ve büyük sermayeyi bu konuda zorlayan, uluslararası ölçekte de bu politikaların bir çıkmaza girmiş olması. Hem pandemi hem de Rusya-Ukrayna savaşı neoliberal müktesebatı ağır hasara uğrattı. Dünya Bankası ve IMF bile bazı kamucu politikalar önermek durumunda kalıyor. Aslında neoliberal müktesebat, kendisi için de küresel bir restorasyon ararken Türkiye’nin müstakbel iç restorasyonu böylece bir de dış restorasyon baskısıyla karşı karşıya kalıyor. Ortadaki kimi kafa karışıklıkları, kimi zaman birbirinden çok farklı konuşuyormuş gibi görünen unsurlar; örneğin Selin Sayek Böke ile Bilge Yılmaz, yüksek sesle kamulaştırma dile getirenlerle özelleştirmelerin faydasından söz edenlerin bir arada bulunması, bu açıdan, dönemin zorlu koşullarının bir sonucu.


Millet İttifakı’nın ortak programı bir restorasyon programı. Eğer başarabilirlerse, yani iktidarı alabilirlerse, sonrasına ilişkin de başka politik, toplumsal sorunlar yaşanacaktır. Yapılmak istenen şey Türkiye kapitalizminin 12 Eylül’den beri çeşitli dönemlerde elde ettiği kazanımlarının bazı çapaklar temizlenerek ana gövdesiyle korumak; başta büyük burjuvazi ve geniş anlamda sermaye sınıfı için bir üçüncü yükseliş dönemini ortaya çıkartmak. İlki 1980 darbesiyle, ikincisi 2002’de AKP iktidarıyla ortaya çıkan ‘çıkış dönemleri’ne bir üçüncü dönemi eklemeye yönelik bir restorasyon projesi.


Bir restorasyon projesiyle statüko arasındaki gerilim denebilir. Çok kaba adlandırmalarla, eğretilemelerle konuşuyorum: Statükoyu korumaya çalışan bir projeyle bir restorasyon projesinin karşı karşıya olduğu söylenebilir. Statükocu gibi görünen kesim, yani Erdoğan ve müttefikleri, benzer bir restorasyona girişmek zorunda kalabilirler. Fakat şu an bunu ilan edebilecek politik esnekliğe sahip değiller. Yine de siyasal gerilim, sonuçta aynı politikaları uygulayacak olsalar bile, iki farklı sermaye kesiminin öncülüğünde birikmiş iki farklı politik güç arasında gerçekleşiyor. Burada tarafların ikisi de birbirine net bir üstünlük sağlayabilmiş değil, yani bir hegemonya kurabilmiş değil; özellikle de emekçi sınıflar üzerinde... Türkiye’de en büyük “parti” ücretli emektir. Şu ya da bu partiye oy vermesinden, gönül bağı kurmasından bağımsız olarak en büyük partiyi teşkil ederler ve Türkiye’de emekçi sınıfların oyunu almadan bir burjuva hegemonya projesinin ülkeye hakim olmasının tek yolu darbedir, açık zor kullanımıdır. Bunun olmadığı, olamayacağı koşullarda da emekçi sınıflarının oylarını kazanmak gerekiyor. Bu oylar üzerinde taraflardan bir tanesi net bir üstünlük sağlamış değil. Seçim için söylenen “bıçak sırtı”, “ne olacağı belli değil” söylemleri, aslında bir matematik denklemden, anket karmaşasından çok iki farklı burjuva hegemonya projesinin birbirine üstünlük kuramamasından kaynaklanıyor. Bu Türkiye’de egemen sınıfların, sermaye başta olmak üzere devlet sınıfları ve sermaye sınıflarının, özgül bir kriz anıdır. Seçimin çözmesi beklenen ama böyle giderse çözemeyeceğine tanık olacağımız kriz bu.


Sizin de söylediğiniz ve bizim de bu röportaj serisi ile işaret etmek istediğimiz gibi artık iyice belirginleşmiş olan ve 15 Mayıs’tan sonra da devam edecek olan bir burjuva siyasal krizi var. Burada hangi klik başarılı olursa olsun emekçi sınıfın kendisine yararlı bir politika kısa ve orta vadede beklememek gerektiğini söylüyorsunuz. Bu kaotik ve öngörülmesi zor durumda solun konumlanışı ve politik hazırlığı da önemli. Burada sol nasıl konumlanmalı?


Öncelikle tek bir sol yok. Türkiye’de farklı sol bakışlar, farklı sol stratejiler ve taktikler; seçim özelinde de daha geniş ölçekte de farklı eğilimler var. Solun bütününe dair bir şey söyleme ehliyetinde görmüyorum kendimi, ama sosyalist hareketin içinde yer alan birisi olarak daha kişisel bazı değerlendirmeler yapabilirim. Solun bütün bu süreci çok büyük fiziki zorluklar altında geçirdiğini söylemek lazım öncelikle. Sol, 12 Eylül’den beri büyük bir baskı altında. Bu baskı, geçici ve sahte rahatlama dönemleri sayılmazsa aralıksız sürdü. Üstelik uluslararası düzeydeki bir ideolojik saldırıyla birlikte gerçekleşti. Ağır kayıplar yaşandı. Hem fiziki hem politik kayıplar yaşandı. Solda liberal eğilimlerin güç kazandığı dönemlere tanık olduk. Ama şimdi, sadece Türkiye’de değil uluslararası alanda da sınıf hareketinin, sınıf mücadelesinin ve sınıf mücadelesi eksenli bir solun imkanları da mevcudu da artıyor. Bu bir olanak.


Burjuva iktidarın istikrarsızlaşması, iktidarın birinin elinden ötekine geçmesi, ötekinden tekrar berikine dönmesi emekçi sınıflar için olumsuz bir şey değildir. Burjuvazinin çok güçlü bir hegemonik etkisi olmasındansa istikrarsız olması, tarafların birbirine çok net galebe çalamaması emekçiler için iyidir. Bu açıdan da önümüzdeki seçimde 20 yıllık katı Erdoğan iktidarının yıpranması ve özellikle saray rejiminin fiilen ortadan kalkması sadece sol siyasetler değil, emekçiler için de bir fırsat olarak görülebilir. Zaten solun önemli bir bölümü – böyle bir bakış açısıyla sanırım – Kılıçdaroğlu’nun adaylığına bir tür taktik destek bildiriyor. Ama Millet İttifakı’nın iktidarından orta ya da uzun vadeli bir beklentiye sahip olan varsa, çok kısa sürede bunun bir yanılgı olduğunu görecektir. Bu Kılıçdaroğlu’nun niyetinden, kişisel özelliklerinden tamamen bağımsız. Türkiye kapitalizmi 14 Mayıs seçimiyle çözülemeyecek derinlikte sorunlara sahip. Bu sorunlar içindeki en büyük öneme sahip olan bölüşüm sorunları, yoksulluk, pahalılık, emeğin örgütsüzlüğü, ücretler, doğrudan emekçi sınıfların sorunları ve buna ilişkin bir çözüm perspektifi yok. Rekabet halindeki iki büyük bloğun da buna ilişkin bir çözüm perspektifi yok. Bazı sosyalistlerin parlamentoda yer alması propaganda olanakları ve bazı taktiklerin topluma daha geniş duyurulması açısından avantaj sağlayabilir, sağlayacaktır. Geçmişte de sağladı. Fakat asıl olarak sol, sosyalist politik varlık sahaya çıkacaksa bu, çok uzun süredir ihmal edilmiş ya da yeterince enerji ve emek harcanmamış sınıf hareketinin içinde gerçekleşecek. Sosyalistler hazineyi kaybettikleri yerlerde aramalılar, işçi sınıfı hareketi içinde aramalılar. İrili ufaklı çok sayıda direniş var. Grevler var. Bunlar çoğunlukla ücret sorunlarından, sendikalaşmanın önündeki engellerden kaynaklanıyor. Politik grevler henüz söz konusu değil ama buna ilişkin olanakların da genişlediği dönemdeyiz bir süredir. Özellikle enflasyonist dönem, ücretlerin gerilemesi, bu imkanları artırmıştı. Şimdi bir iktidar değişikliği olursa ya da mevcut iktidar daha zayıf bir şekilde devam edecek olursa bu olanaklar daha fazla artacaktır. Sosyalistler doğrudan emek hareketinin içinde, sendikal bürokrasiyle de kavga ederek, sendikal bürokrasinin de hedefe konduğu ve politik mücadelenin bir alanı haline geldiği çok kapsamlı bir stratejiyle devam etmek durumunda kalacaklar bence seçimden sonra da. Seçim Türkiye’nin bir kader çizgisi değil, genel anlamda çok fazla şey değişmeyecek. Seçimi eğer Erdoğan kaybederse çok büyük farklar oluşmayacağı açık; sürprizlere açık bir seçim olabilir, ama kazanan kim olursa olsun arada büyük farklar olmayacağı söylenebilir. Ve seçimden hemen sonra şimdiki ekonomik sorunlar ağırlaşarak devam edecek, dolayısıyla kaybeden taraf aslında pusuda bekleyecek. Kaybeden tarafların hiçbiri gerçek anlamda kaybettiğini kabul etmeyecek. Bugün iktidar sözcülerinin darbe, terör, gibi söylemlerle seçimi şimdiden gayrimeşru göstermeye çalışmalarının arkasında yatan neden bu. Sosyalistler bu döneme bağımsız bir politik hatla hazır olmalı.