Seçimler & Ötesi: Seçimler, Kriz ve Devrimci Perspektif
Seçime sayılı günler kaldı. Cumhur İttifakı'nın seçimi kazanma stratejisi, olası bir yenilgide seçim sonucunu kabul edip etmeyeceği ve Millet İttifakı iktidarında nasıl bir sürecin gelişeceği, tartışmaların odağı haline gelmiş durumda. Bu tartışmaları yaparken sadece burjuva kliklerin iktidar kavgasını değil aynı zamanda devrimci tutumun nasıl olacağını da konuşmamız gerekiyor. Devrimci tutum, sosyalist öznelerin alacağı politik tavır ülkenin geleceğini de doğrudan etkileyecek.
Devrimci tutumun nasıl olacağına dair tartışmaların iyice silikleştiği bu dönemde yazar Ferda Koç ile "Seçimler, Kriz ve Devrimci Perspektif" üzerine yaptığımız bu röportaj biraz da bu tutumu belirginleştirmeyi, bunun altını çizmeyi amaçlıyor.
Merhaba Ferda hocam, hoş geldin. Bütün gündem seçim, seçim güvenliği ve seçimden sonrasına odaklanmış durumda. Özellikle seçim güvenliği ve sonrası solun da merkezi gündemi haline geldi. Seninle de özellikle seçim, seçim sonrası ve derinleşen iktidar krizi üzerine konuşmak istiyorum. İlk olarak seçim sürecini genel hatlarıyla nasıl değerlendirdiğini sormak istiyorum.
Öncelikle 14 Mayıs seçimini ortaya çıkaran koşullardan söz edelim. “Erdoğan’ın seçimden kaçtığı, seçimleri erteleyeceği düşünülüyorken, aniden seçim kararı aldı” dendi ama durum tam böyle değil. Aslında Erdoğan depremden önce seçimleri 14 Mayıs’a almaktan söz etmişti ve muhalefet de buna açık olduğunu ifade etmişti. Depremden sonra seçimleri 14 Mayıs’a alma inisiyatifini hızla kullandı. Zaten fazla da geciktiremezdi. Bu Erdoğan'ın plansız bir şekilde, deprem sebebiyle mecbur kaldığı bir seçim değil. Normal seçimler Haziran'daydı ve Erdoğan seçimi erteleyemeyecek duruma gelmişti. Deprem olsa olsa Erdoğan’ın seçimi bir ay öne alma kararını güçlendiren bir etki yaptı. Muhalefetle herhangi bir pazarlığa girişmeden, yasaları zorlayarak Cumhurbaşkanlığı Kararnamesiyle seçim kararı aldı.
Erdoğan için seçimi kaçınılmaz hale getiren koşullara bir göz atalım. Uluslararası kapitalizmin 2008’de başlayan krizi, 2018 sonunun finansal krizi ve pandemi ortamı Türkiye’nin neoliberal kapitalizmini denizin bittiği noktaya getirdi. Erdoğan’ın “faiz sebep; enflasyon sonuç” politikasıyla karşıladığı 2021 finansal krizi hiperenflasyona dönüşerek derinleşti. Türkiye, kapitalist dünya sisteminin krizini, yani bütün küreyi kaplayan ve stagflasyon olarak somutlaşan krizi, yerli neoliberal yapıyı sürdürülemez hale getiren bir gerçeklik olarak uçlarda yaşıyor. Stagflasyon göstergelerine baktığınız zaman, Türkiye dünyanın geri kalanına göre çok uçlarda bir noktada. Enflasyon dünyanın geri kalanından 10-15 kat yüksek. Çoğunluğu ücretlilerden oluşan orta gelir grubu neredeyse bir bütün olarak ve aniden yoksullaştı. Diğer taraftan Türkiye, uluslararası siyaset düzleminde yalnızlaştı, bölgesel ağlar da dahil olmak üzere adeta tecrit oldu. Dolayısıyla uluslararası kapitalist sistem ve emperyalist siyasetle ilişkiler, yerel siyaseti ve ekonomiyi sürdürülemez hale getirdi. Bu gerçeklikle uzun vadede baş etmek zorunda olduğunu gören Erdoğan, yaşanmakta olan ekonomik ve siyasi krizin her geçen gün daha kötüye gideceği ve bu kötüye gidişin önüne geçmek için siyasi inisiyatifini artırması gerektiği bilinciyle seçimi ertelenmez bir durum olarak gördü. Buna bağlı olarak da seçim kararını aldı.
Seçimle sadece kendini yeniden onaylatmanın peşinde mi yoksa aynı zamanda seçim ortamının kendisini de diktatörlüğünü pekiştirmenin ve daha da yıldırıcı bir hale getirmenin aracı olarak kullanmanın peşinde mi kestirebilmemiz kolay değil. Her ikisi de olabilir. Erdoğan’ın seçim planı basitçe, parlamentoyu yenileme, Cumhurbaşkanlığını 4 yıl daha uzatma değil. Kendisine daha büyük bir güçle siyasi inisiyatif sağlama ve diktatörlüğünü daha geniş bir alana yayma, güçlü bir egemenlik aygıtına dayandırma planı. Çünkü bu iktisadi ve siyasi konjonktürle, iktidarını pekiştirmeden baş edemeyeceğini düşünüyor. Seçim, temsil alanına ilişkin bir şey ama aynı zamanda gerçek hedeflerin de yansıma alanı. Yani seçim bir başka düzeneği oluşturmak için içinden geçilmesi gereken, pratik ve siyasi bir süreç. Ben bunu daha önce “ultra-faşist bir sıçrama anı” diye tanımlamıştım.
Bu tasarı gerçekleştirilebilir mi? Gerçekleştirilmesi engellenebilir mi? Gerçekleşmesinin engellenmesi mümkün mü? Erdoğan’a seçimi kaybettirerek bu tasarıyı engellemek mümkün. Ama bununla tasarının kendisi ortadan kalkmaz. Erdoğan seçimi kaybederse bu tasarı başka bir süreçle ilerleyebilir. Tıpkı İspanya İç Savaşı ortamı gibi. Seçimin ardından “sömürge ordusunun Fas’tan hareket edip, Sevilla üzerinden İberya’ya çıkması ve cumhuriyetçi iktidara karşı iç savaşı başlatması” gibi bir olayı yaşayabiliriz. Çünkü Erdoğan'ın tasarısı, sadece kişisel iktidarını sürdürmeye ilişkin bir tasarı değil, bir cihazın geleceğini kurtarma tasarısıdır bu. Cihaz, benim “Sömürge tipi faşizm” dediğim Türkiye’nin, 1945-50 sürecinde temeli atılmış daha sonra 60’la yerleşik hale gelmiş ve 12 Eylül darbesiyle mükemmellik seviyesine getirilmiş olan faşist devlet cihazıdır. Cihazın iktidar organizasyonunu, düzenli ve kalıcı bir şekilde yerine oturtmak üzere Erdoğan’ın etrafında toplanan geniş bir “tarihsel blok” var. Yüksek güvenlik ve istihbarat bürokrasisi, özel savaş aygıtları, medya aygıtı, büyük sermayenin çeşitli blokları vs. Dolayısıyla Erdoğan Türkiye’de, neoliberalizmin ve faşizmin yaşamakta olduğu tarihsel krizi yönetilebilir hale getirmek için ultra-faşist bir sıçramaya yöneliyor. Zaten seçim sürecindeki vaatlerine bakarsak bundan önceki bütün seçimlerde yaptığı gibi toplumun değişik sorunlarına siyasi çözümler üretme şeklinde bir vaadi yok. Bir tane bile demokratikleşme vaadi yok, tam tersine devlet aygıtını daha etkin işletme, devletin keskin kılıcının daha doğru kesmesini sağlayacak yan tedbirler var. Mesela mülakatı kaldırma vaadi. Aziz Nesin “12 Eylül’ün yaptığı tek iyi şey var o da taksilere taksimetre taktırmak; ama taksimetre koymak için de ihtilal yapılmaz ki kardeşim" demişti; Erdoğan'ın pansumanları da bunun gibi.
Genel değerlendirmenin ışığında bir soru sormak istiyorum. Diktatörlüğün uygulanması açısından seçimlerin öneminden bahsettin. O zaman sizin söylediklerinizle “seçim güvenliği” kavramını bu seçim özelinde şöyle genişletebilir miyiz; Seçim güvenliği hem o seçimi kazanmak hem de sonrasında, (İspanya İç Savaşı örneğindeki gibi) bir direnişin kendisini örmek midir? Yoksa “seçim güvenliği” kavramını genişletmek yanlış mı olur? Başka bir kavramlaştırmaya mı gitmek gerekir?
Bunu sandık güvenliğine indirgenmiş bir seçim güvenliği kavramından ibaret olarak tanımlamak pek doğru değil. Seçim güvenliği sorunu sadece sandık güvenliği sorunu değil. Selahattin Demirtaş’ın şu an hapiste bulunması, dün sabah Diyarbakır’da gazeteci arkadaşlarımızın, avukatların, YSP milletvekilleri adaylarının gözaltına alınması, tutuklanması ve şu an YSP'ye odaklanan ama Emek ve Özgürlük ittifakına da hatta CHP'ye de uzanabilecek olan saldırganlık da bunun bir parçası.
ktidar inisiyatifleriyle ağır bir baskı ortamı oluşturma, yönetilebilir, manipüle edilebilir bir seçim ortamı oluşturma faaliyetlerinin tamamı seçim güvenliği kavramının içerisinde ele alındığı takdirde sorunu seçim güvenliği olarak ele alabiliriz. Sorunu “Seçim Yönetimi” çerçevesinde tanımlamak daha doğru. İktidarın seçim yönetimi politikasına karşı mücadele ekseninde bir mücadele süreci öngörmemiz gerekiyor. Şu anda seçimin yönetimi süreci iktidarın tekelinde. İktidar şu anda seçim sürecini doğrudan, açık şiddete dayalı manipülasyonlarla gerçekleştiriyor. Bunları değişik kurumların eylemlerini kombine ederek yapıyor. Merkezinde siyasi polis aygıtının, YSK’nın bulunduğu, AYM’nin HDP’yi kapatma davasında gördüğümüz gibi adliyenin de özel bir role sahip olduğu bir süreç yönetimi bu. Ayrıca devletin, paraya ulaşan ve insanlara para ulaştıran bütün kurumlarının da içinde bulunduğu bir mekanizmayı da eklemek gerek. İktidar bu mekanizmayla seçim ortamını hamur gibi yoğuruyor.
Buna rağmen, sandıkta Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığına karşı bir çoğunluk üretebileceğimizi, meclisteki AKP-MHP koalisyonuna karşı bir başka alternatif çoğunluk üretebileceğimizi düşünebiliriz. Ancak burada hesaba katmamız gereken bir başka durum var. Seçim yönetiminin iktidar tarafından örgütlenme biçimi, seçim sürecinde muhalefeti etkisiz hale getirmenin bir pratiği olarak yaşanıyor. Ama aynı zamanda iktidar bu müdahale sürecinde, güçlerini olası bir seçim ya da seçim sonrası darbesi için de örgütlüyor. Erdoğan’ın rasyonel projesi muhtemelen seçimde çoğunluk elde edip halkın da onayını alarak diktatörlüğünü güçlendirme. Ama bunun o kadar kolaylıkla olmayacağını bildiği için, seçim sürecinde çoğunluğa sahip olduğu iddiasını sağlama almak için muhtemel oldu bitti ve darbe projeksiyonlarını da yapıyor. Biz de bu süreci oldu bittilerle, darbelerle geliştireceği bir süreç olarak görmeli ve bunların tamamına karşı siyaset üretmeliyiz.
Yani burada yumuşak bir geçiş beklemememiz gerekiyor.
Yumuşak bir geçişin ötesinde yumuşak bir sonuç beklememeliyiz. Erdoğan şöyle ya da böyle ilan ettiği bir seçim zaferinin sonrasında muhtemelen HDP, YSP, Emek ve Özgürlük İttifakı’nı zaten hedef haline getirecek. Ama bununla kalmayacak, İstanbul ve Ankara Büyükşehir Belediyelerinin de ipini çekecek. Bu seçim sonrasında Erdoğan sadece çoğunluk iddiasıyla durmayacak. Muhalefetin bütün mevzilerini, direnme kanallarını ortadan kaldırmaya yönelik hareketlere girişecek. Bir tür darbe ortamı oluşturacak.
Şu an Türkiye’de genel beklenti Kılıçdaroğlu’nun kazanacağı yönünde. Olası bir Millet İttifakı iktidarını, bu senaryoyu nasıl görüyorsun?
Bu olursa Erdoğan da “Adam kazandı” der ve iktidarı devrederse ne olur? Böyle bir şey olacağını düşünmüyorum. Çünkü Erdoğan, cumhurbaşkanlığından çekildiğinde dahi iktidardan çekilmeyeceğini bugünden söylüyor. “Sen nasıl Selahattin Demirtaş’ı serbest bırakmaktan söz ediyorsun; bu ülkede bağımsız yargı var” diyor. Oysa AİHM Selahattin Demirtaş’ın bırakılmasını emreden bir hüküm verdi; yürütme bu hükmü uygulamakla memur. Olay “bağımsız mahkemelerin kararı” olayı değil, Türkiye’nin uluslararası sözleşmeleri ve bu sözleşmelerin karşılığı olarak yürütmeye getirdiği yükümlülüklerdir. Dolayısıyla Erdoğan’ın sözlerinin bir alt metni var. Adliyeye, cezaevlerine, polise hakim olduğunu söylüyor. “Selahattin Demirtaş’ı bırakma emrini vermen halinde, bunu mahkemeler ve infaz savcılığı üzerinden reddedeceğim. Cumhurbaşkanlığını kazanman halinde dahi devlet üzerinde iktidar kuramazsın; o iktidar benimdir. ” diyor. Yine, Kılıçdaroğlu 3 ay içinde Suriyelileri geri göndereceğini söyledi. Bunu yapabilmesinin koşulu, Türkiye ve Suriye arasında kapsamlı bir mutabakat. Sadece bunlarla da kalmıyor; Cihatçı çetelerle Türkiye, Türkiye’nin istihbarat örgütleri, TSK arasındaki ilişkilerde de düzenleme yapması gerekecek. Türkiye’deki 4 milyon civarındaki Suriye göçmenini güvenli bir biçimde Suriye’ye transfer edecek bir düzenleme için bütün bu yapıların topluca düzenlenebilmesi lazım. Erdoğan'ın bunu da engelemeye girişeceğini öngörmek kehanet değil. Bir diğeri talancı sermaye merkezlerinin tasfiyesi sorunu. Kara para finansmanı da bunun içinde. Kılıçdaroğlu 5’li çetenin tasfiyesi ve 418 milyar doların tahsilinden bahsediyor. 418 milyar dolar “Beşli Çete”nin kasasında değil. Malzeme stoklarından uluslararası sözleşmelere kadar uzanan bir ilişkiler ağına gömülü bulunuyor. Dolayısıyla bunları geri almaya kalkışıldığında sermaye düzenine ilişkin genel ve köklü bir hukuki düzenlme gerekiyor. Böyle bir düzenleme, sadece “beşli çete”yi değil büyük sermayenin, bankacılık sisteminin, piyasaları düzenleyen çeşitli kurumların tamamını ilgilendiriyor. Bunların hepsi Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığından ayrılmasından sonra yöneteceği ordulardır.
Erdoğan 14 Mayıs seçiminden sonra düştüğünde 21.yy’a özgü bir “iç savaş” yürütecek. Bu iç savaş “İspanya İç Savaşı” gibi konvansiyonel bir iç savaş olmayacak elbette. Ama kimse, tek bir el silah atılmadan yürütülen bir savaş da beklemesin. Türkiye ciddi kanlı saldırganlıkların da yaşandığı kaotik bir ortama hızla yuvarlanabilir. 14 Mayıs sonrasında “Erdoğan kaybederse ne olur?” sorusunun yanıtı, bugün yapacaklarımız için bu nedenle de önemli. Seçim güvenliği sorunu seçim sonrası iktidarın karşı karşıya geleceği çatışma düzleminin kuruluş süreci olacağı için anlamlı. Biz bugün, Türkiye’nin anti-faşist demokratik güçlerinin ortak direniş çizgisini oluşturmaya ihtiyaç duyuyorsak; 14 Mayıs’tan sonra sandık güvenliğinin ötesinde, iktidar meselesini bir güvenlik sorunu, öz savunma sorunu olarak görmeliyiz.
Siz aslında daha önce de buna benzer uyarılar yaptınız. Solun büyük bir kısmının buna politik olarak hazır olmadığını söylediniz. Bunu biraz daha açar mısınız?
Bu durumda Millet İttifakı ve Türkiye solu ne yapacak? Yani “meşru hükümetin savunulması” kavramına mı müracaat edilecek (İspanya İç Savaşını noktada da bir metafor olarak kullanıyorum)? Biz böyle bir politik çatışma zemini karşısında hazırlıklı değiliz. Ortada direnmenin politikasını, örgütünü ve taktiğini üretecek siyasal bir altyapı yok. Türkiye’nin radikal demokratlarından sosyalistlerine kadar uzanan anti-faşist siyaset merkezleri, bu ihtiyacı karşılayacak, “kurmay çadırını” yaratacak bir performans gösteremiyor.
Türkiye sosyalist hareketi, kimi zaman kendi gücünü abartıyor, kimi zaman da kendini ve dayandığı güçleri hem yönetim kapasitesi açısından hem de sahip olduğu dinamizm açısından azımsıyor. Oysa Türkiye sosyalist hareketinin güçlü bir direnme birikimi var. 15-16 Haziran’dan Haziran İsyanı'na; 12 Mart, 12 Eylül'den 15 Temmuz sonrasına kadar uzanan ağır baskı ortamlarında bile varlığını korumayı, çalışmasını genişletmeyi başaran, toplumun moleküler yapılarına kadar sirayet etmiş bir direniş ustalığının küçümsenmesi doğru değil. Türkiye sosyalist hareketi 12 Eylül’den, artık dirilemez denilen birçok noktadan geriye dönmeyi başaran bir halk dinamizmi temeline dayanıyor.
Peki bu “yeni dönemin hazırlığından” kastınız nedir?
Öncelikle politik hazırlık. Bunun için işe “Bugün karşı karşıya olduğumuz temel politik problem nedir?” sorusuna doğru yanıt vererek başlamalıyız. Temel politik problemi Erdoğan’ın gitmesi ya da kalması diye tarif ettiğinizde bu çatışma sürecinin bağlamını ve geleceğini ön görmeyen bir cevap vermiş oluyorsunuz. Tabii ki ilk adımın problemi Erdoğan karşısında bir çoğunluğun ortaya çıkarılması. Devrimciler açısından temel problem ise Türkiye’deki faşizm krizini, faşizmin ortadan kaldırılmasına dönüştüren bir devrimci sürece dönüştürmek. Sorun Erdoğan’ı göndermek değil faşizmi yıkmaktır. Diktatörü göndermek faşizmi yıkmanın giriş kapısı olabilir. Hatta diktatörü gönderme mücadelesi diktatörü gönderemeseniz bile, faşizmi yıkmaya doğru genişleyen bir mücadele olarak tanımlanmalı ki doğru siyasi parolaları her anda atabilesiniz. Diktatörü göndermek için yapacağımız şey “oy ver gitsin” demek değil, ondan önce diktatörün, diktatörlüğünü pekiştirmek üzere önüne koyduğu seçim sürecinin yönetiminde gelecekte büyüteceğiniz direnişin temellerinin kurmak, çekirdeklerini atmaktır. Bunun için ilk yapılması gereken iktidarın seçim yönetimi politikasına karşı direnişin bütün anti-faşist güçlerini ortak eylem kararlılığı ile ortaya çıkarmaktı. Ama biz bu momenti Emek ve Özgürlük ittifakının bir mücadele ittifakı mı seçim ittifakı mı; sandığa mı sokağa mı odaklı olduğu tartışmaları içerisinde, hiçbir şey yapmayarak önemli ölçüde kaybettik.
Millet İttifakı’nın kazanma senaryosunda AKP’nin, Tayyip Erdoğan’ın direnmesi olasılığının yüksek olduğunu söylediniz. Aynı zamanda solun “hazırlıklı olmama” durumundan da bahsettik. Solun bu hazırlıksızlığı tersten Millet İttifakı ile ilişkilenmesi açısından da bir tehlike yaratmıyor mu? İmamoğlu’na karşı mevcut iktidarın saldırısı sonrası, solun “İmamoğlu’nu savunma/iktidarın saldırısını boşa çıkarma” hamlesinin bu yanlış ilişkilenme biçimine örnek olduğunu düşünüyorum. Siz nasıl görüyorsunuz?
Bir yerel yönetimin İçişleri Bakanlığı marifetiyle görevden alınmasına karşı, bütün anti faşist kuvvetlerin bir ortak karşı çıkış geliştirmesinde ben bir mahsur görmüyorum. Şimdi karşı karşıya olduğumuz durum bununla kıyaslanacak bir olay değil. Merkezi iktidara ilişkin, egemen sınıf yönetimi ve onun temel aygıtı içindeki bir iktidar çatışması söz konusu. Böyle bir iktidar çatışması karşısındaki tutumla, merkezi iktidarın kendisine karşı muhalefet mevzii oluşturan bir yerel yönetime müdahalesine karşı tavır birbirinden farklı. İkincisi faşist bir müdahaleye karşı anti-faşist bir direnç oluşturmak için seferber olmak anlamına gelir. İmamoğlu’nu savunma değil, kayyım belediyeciliğine karşı, halkın kendi belediye yönetimini seçme hakkını savunmaktır. Esasen iktidarın geri bastırmasında da bu geniş birlikteliğin bir payı olduğunu düşünüyorum. İktidar, İmamoğlu’nu görevden alma girişimini sürdüremedi. Fakat Erdoğan önümüzdeki 14 Mayıs seçimini kazanırsa, buna cesaret edebilecek bir moral bozukluğu ortamını yakalayabilir. Sandıkta çoğunluk oluşturarak Erdoğan’ı devirme ümidi olanların hayal kırıklığına yol açacak ve beraberinde siyasi temsilcilerine olan güvenlerini de sorgulatacak. Erdoğan, bu genel kötümserlikten yararlanarak, bu kez başka bir atı alıp, başka bir Üsküdar’ı geçebilir.
Bu noktada özel önemi olan şey, devlet iktidarı içindeki bu çatışma momentinde devrimcilerin ve anti-faşist güçlerin Türkiye’de ayrı ve güçlü bir güç bloğu oluşturmalarıdır. Bu güç bloğu temsil alanına da yansıyor. Gezi’den beri %14-15’lere kadar ulaşan bir anti-faşist güç yelpazesi temsil alanında bir ağırlık oluşturuyor. Bu güç bloğunun, öncelikle burjuva iktidar seçenekleri arasındaki çatışmanın ne olduğuna dair bir yargıyla hareket etmesini sağlamalıyız. Bu çatışma sömürge tipi faşist devlet aygıtının örgütleyici merkezini oluşturan kontrgerillanın, bütün temel siyasetleri iflas etmesine, parça parça olmasına karşın devlet iktidarını elinde tutmak için ülkeyi bir deli gömleğinin içine hapsetmesinden kaynaklanan bir çatışmadır. Bu çatışmaya iki cevap verilebilir: Faşist devlet cihazının revizyonuyla iktidar mekanizmasının yeniden yapılandırılması birinci yanıttır; ikinci yanıt ise kontrgerillanın devletin örgütleyici mekanizması olmaktan çıkarılması, tamamen ortadan kaldırılması ve buna uygun bir egemen siyaset paradigması oluşturulmasıdır. Millet İttifakı’nın birinci cevabı üretmeye çalıştığını ittifak kompozisyonundan da görüyoruz. Başta Kürt siyasi hareketi olmak üzere anti-faşist güçlerin, faşist cihazın revizyonunu ehven-i şer olarak gören bir bakış açısıyla bu çatışma sürecine dahil olması mantıklı değidir. Eğer bunu yaparsa, işte o zaman “meşru hükümeti savunma” adına Millet İttifakı’nın kuyruğuna takılırız. Ne Kılıçdaroğlu Azana'dır, ne de Millet İttifakı Halk Cephesi.
Karşı karşıya geleceğimiz politik durumda, üçüncü bir unsur olarak, çatışma düzlemini dönüştürecek bir müdahale merkezi yaratabilir miyiz? Bugüne kadar bu tip çatışmaları 3 kere yaşadık. İlki 28 Şubat dönemiydi. İkinci çatışma 2004-2007 ve 2007-2010 arasında iki devre halinde yaşandı. Üçüncüsü ve en şiddetlisi 15 Temmuz olayıydı. İlk ikisi “kitle hareketleri” ortamında yaşandı ve biz o süreçlerde diyalog halinde olduğumuz kitlelerin düzen güçlerinin inisiyatifine sokulmasını önleyemedik. 15 Temmuz ise “kitle hareketi”nin gerilediği bir ortamda, bir geri çekilme ortamında cereyan etti. 15 Temmuz'u Haziran İsyanının geri çekildiği, Kobani İsyanı'yla başlayan sürecin bir kan banyosuyla bitirildiği bir ortamda yaşadık ve üçüncü bir güç merkezi olarak 15 Temmuz olayına müdahale edemedik.
Cumhur İttifakı ile Millet İttifakı arasındaki bugünkü iktidar mücadelesi, devlet iktidarına ve bu iktidarın dayandığı kontrgerilla yapılarına dokunmadan, sadece “hükümet değişikliğiyle” tamamlanabilecek bir çatışma niteliğinde değil. Devlet iktidarının dayandığı kontrgerilla yapıları da bu mücadelenin aktif bir tarafı. Bir düzen alternatifi olarak Millet İttifakı sadece temsili iktidarı ele geçirmek için mücadele edemez, kontrgerillanın iktidarını ele geçirmek için de mücadele etmek zorunda. Zaten mevcut bileşimi de bu ihtiyacın bir ürünü. Ancak, 15 Temmuz'un yarattığı enkazdan çıkan bütünlüğünü kaybetmiş kontrgerilla yapılarının büyük bölümü Erdoğan-Bahçeli ittifakı ile kirli bir kader birliği içinde. Bu nedenle Millet İttifakı’nın elde edebileceği siyasi iktidar gücü ile Erdoğan-Bahçeli'nin hükmettiği “kontrgerillayla bakiyesi” arasında bir siyasi uzlaşmanın sağlanması ancak emperyalist merkezlerin de müdahil olacağı uzun bir çatışmalı sürecin sonrasında sağlanabilir. Çatışma çerçevesinin bu şekilde kurulmuş olması, egemen sınıflar, düzen güçleri açısından zamana yayılan bir siyasi kargaşa dönemine gireceğimiz anlamına geliyor. Bu, Türkiye’nin devrimci demokratik güçleri için bir avantaj, çünkü bu uzayan çatışma sürecinde yeniden siyasallaştırabileceğimiz, bir bütün olarak “faşizmi yıkma” amacına yöneltebileceğimiz geniş bir halk kitlesini ortaya çıkarabilir, sürecin belirleyici gücü haline getirebiliriz. Bunun için, bugünkü pozisyonumuzu da diktatöre karşı mücadeleyi, faşizme karşı mücadeleyle bütünleştiren bir politik pozisyon olarak örgütlememiz lazım. Böyle bir potansiyelimiz var ama bu potansiyeli somut bir güce dönüştürmekte yetersizlik gösteriyoruz. Şu andaki belirsizlik duygumuzun, diğer bir tabirle kuyruğa takılma endişemizin somut temeli de bu. Zamanında doğru bir politik inisiyatifle gereken adımları atabilmemiz halinde bu sürece daha başlangıcında etkili bir politik müdahale konumunu yakalayabilirdik ama bu sorun bugün çözülmedi diye Türkiye sosyalist hareketinin sonunu getirecek bir sorun değil.
Teşekkürler hocam, son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Türkiye sosyalist hareketinin, anti-faşist siyasi merkezlerin, Erdoğan'ın yaratacağı bir oldu bitti veya darbe girişimi karşısında ilk anda yaşanacak gibi görünen etkisizliğini sonumuzu getirecek bir facia olarak düşünmüyorum. Çünkü Türkiye’de faşizme karşı direnmeye şerbetlenmiş – genel, gündelik baskıya direnme değil – büyük gruplar var. Üçünü hemen sayabiliriz: Kürtler, Aleviler ve Kadınlar. Bu üç grup, bütün sosyalist hareket bir an için hareketsiz kalsa bile faşizme karşı direnişi ayakta tutarlar ve o zemin üzerinde bir başka anti-faşist siyasallaşma her zaman üretilebilir. Mevcut anti-faşist siyasi yapılar da bu dinamizme uygun olarak yeniden şekillenir. Türkiye sosyalist hareketi ve sosyalistlerin ağırlık merkezini oluşturduğu Kürt siyasi hareketi direnme siyaseti üretmek bakımından çok deneyimli bir altyapıya sahip. Bu altyapıyı devrimci bir iktidar stratejisinin temeline dönüştürmekte sorun yaşıyoruz, ama tarih bize bunu dayatacaktır. O zaman geldiğinde daha olumlu cevaplar verebileceğimizi umut ediyorum.