Seçimler & Ötesi: Seçim Sonrası Sınıf Siyaseti
Seçime 10 gün kaldı. Bütün Türkiye doğal olarak seçime odaklanmış vaziyette. Fakat bu odaklanma aynı zamanda bir sıkışmayı da doğuruyor. Devrimciler için 14 Mayıs'ın ne ifade ettiği seçim/seçmen noktasında sıkıştı. 15 Mayıs'ta "farklı bir Türkiye" olacağı elbette doğru. Fakat bu farklılığın ne anlama geldiğini tartışmamız gerekiyor. Yoksa bu sıkışmanın seçim sonrasına devredilme ve politik hatsızlığa sebep olması işten bile değil. Seçimin daha politik bir düzlemde tartışılması ve seçim sonrasında solun hattına katkı sunabileceğini düşündügümüz başlıklarda dört röportaj yaptık.
İlk röportajımız İstanbul milletvekili Musa Piroğlu ile. Piroğlu'na özellikle seçim sonrası sınıf siyaseti üzerine sorular yönelttim. Çok değerli ve üzerine tartışılması gereken cevaplar verdi.
Merhaba Musa abi, hoş geldin. Seçime sayılı günler kaldı, artık bütün gündem, sohbet ve düşünceler seçim, seçim güvenliği ve seçimden sonrasına odaklanmış durumda. Özellikle seçim güvenliği ve sonrası solun da gündeminde. Seninle de özellikle seçim sonrası ve sınıf mücadelesi üzerine konuşmak istiyorum. İlk olarak seçim sürecini genel hatlarıyla nasıl değerlendirdiğini sormak istiyorum.
Ülke kritik bir seçime gidiyor. Zira burada bir hükümet oylaması yapılmayacak, hükümetin gidip yerine başka bir hükümetin, bir burjuva hükümetinin gelmesi tartışılmayacak, rejim oylaması yapılacak. Ya bu olağanüstü sürecin kalıcılaştırıldığı ve artık sandık yoluyla hükümet değiştirme olasılığının ortadan kalktığı bir döneme onay verilecek ya da yeni bir sürecin başlangıcına start verilecek. O yüzden bu seçim kritik bir seçim. Doğal olarak da ittifaklar, yan yana gelişler ya da oy verme işlemine giderkenki duruşlar daha farklı okunacak. Zaten bu ülkede seçim meselesi biz sosyalistler açısından bazen eksik okunan bir şey. Çünkü çok uzun bir süredir sandık insanlar için politik bir eylem. Türkiye, dünya çapında oy verme oranının yüksek olduğu ülkelerden biri. İnsanlar sandığı politik bir duruş ve politik eylem olarak görüyorlar. Dolayısıyla sandıkta Erdoğan’ın devrilmesi demek aslında halk kitlelerinin kendi politik eylemiyle bu gidişi durdurması anlamına geliyor.
Seçime giderken iki başlık altında bunu tartışmak lazım. Kişisel okumama göre sosyalist hareket içinde aynı yerden beslenen sağ ve sol iki sapma söz konusu. Biri daha çok 1923’lerden 1936’lara kadar süren komünist tezleri andıran, yani burjuva hükümetin olağanüstü şekilleriyle olağan şekilleri arasında bir fark görmeyen, faşizmle sosyal demokrasi arasında fark görmeyen ve doğal olarak da Kılıçdaroğlu ile Erdoğan arasında yine bir farkın olmadığını söyleyip sandığa gitmeme ve boykot gibi çağrılar yapan küçük de olsa bir eğilim. Bu eğilim sürecin gerçek boyutlarını tam kavrayamıyor.
Olağanüstü bir dönemden geçiyoruz. Ben kullanmıyorum ama hemen herkes, “faşizm”, “faşizmin kurumsallaşması” ya da “faşist şef rejimi” ve benzeri tanımlarla bu dönemi tarif ediyor. Ve doğal olarak, stratejik açıdan bunu nasıl durduracağımızı tartışmamız gerekiyor. Bu tartışmada benim gördüğüm buna Kürt hareketi daha bütünlüklü bakarken, sol harekette sağa-sola savrulma durumu var. Sağa savrulma, esasında her şeyi sandığa kilitleyen ve Erdoğan’ın devrilmesiyle beraber sürecin tamamen bittiğini düşünen, yine süreci doğru okumayan bir eğilimdir. Çünkü Kılıçdaroğlu ya da bir başkası fark etmez, Erdoğan’ın devrilmesi gerekir diyor fakat sonrasına dair okuma yine eksik kalıyor. Herkes bu seçim sürecinde kendi propagandasını yapma, partisini gösterme, kendini büyütme gibi bir perspektif ile hareket ediyor. Türkiye halklarının ve işçi sınıflarının bütünsel çıkarlarını temsil eden bir ittifak çizgisiyle yürümüyor.
Bu seçim bir yandan yıkma eylemi: “Erdoğan’ı durduracağız! Yirmi yıllık olağanüstü bir sürecin kalıcılaşmasına nokta konulacak, cehennemin kapısı kilitlenecek”. Ama diğer yandan yerine yenisini koyacağımız bir döneme gireceğiz. Çünkü Erdoğan yıkılırsa yerine yeni bir anayasa yapılacak ve bu anayasa devletin kuruluş felsefesini bile tartışan bir anayasaya dönüşmenin ipuçlarını da veriyor. Bir restorasyon sürecinden bahsediliyor. Bu süreçte bütünlüklü müdahale gibi bir sorun var. Eğer siz sadece parlamentarizme sıkıştırmıyorsanız bu seçimden tek vücut halinde, birlikte, güçlü çıkmanın – ki güçlü çıkma seçim meselesi olduğunda sandık, oy ve vekil hesabı ile ölçülür, parametreleri bunlardır – sokak açısından karşılığı başka olacaktır. Çünkü sandıktan sonra yeni bir sürece gireceğiz. Devlet ve sermaye bir restorasyon sürecine giriyor. Bu sürecin ikili üçlü ayakları vardır. Devlet yasal sınırlarına çekilecek, toplumsal kutuplaşmaların yerine yeni bir toplumsal mutabakat yaratılacak. Kılıçdaroğlu’nun çıkışları, helalleşme kavramları aslında bunu ifade ediyor. Bu devletin kuruluş dinamiği, yani yukarıdan aşağıya doğru devlet eliyle uluslaşma – ki emperyalizm dönemindeki geç uluslaşma kavramlarının hepsi buna dahildir, Almanya ve İtalya’dan başlayan bir süreçle, ulusun devlet eliyle yaratılması projesidir. Ulus, devlet eliyle yaratılırken düşmanlar yaratılarak yürümüştür. Ermeni soykırımıyla başlayan, Rumların Anadolu’dan sürülmesi, ardından Kürtlerin siyasetin dışına itilmesi ve Alevilerin devlet kadrolarının dışına itilmesiyle yürüyen bir süreç geldi ve buna dindarları da eklediler. Laik, seküler bir uluslaşma yaratıldı. Şu anda ise muhtemelen yeni bir toplumsal mutabakat peşinde koşuyorlar ve bu, mutabakatın içine Anadolu halkı, sermayesi ve dindarların bir kanadını bu sürece katma, ötekileştirilmiş toplumsal kutupları bu sürece dahil etme, Alevileri, Kürtleri devletin içine katma ve böylece yeni bir toplumsal mutabakat yaratırken aynı zamanda devleti karşısına alacak radikalleşmenin de önünü kesme anlamına geliyor. Son ayağı da muhalefetin restorasyonu olacak. Bu diyalektiğin gereğidir, kendinizi dizayn ederken karşınızdakini de dizayn etmeye çabalarsınız. Kanaatimce burada iki şey söz konusu olacak, ilki sol toplumsal muhalefete dair, parlamenter mücadeleye sığdırmak isteyen büyük oranda oluşan eğilim. Herkes yüzünü parlamentoya dönmüş durumda. İkincisi ise, işçi hareketi büyük oranda sendikaların denetimine alınacak. Bu yeni mutabakat sürecinde dışarıda kalan tek bir güç var “işçi sınıfı”. Sonuçta burada bir devlet kuruyorlar, yeni bir restorasyon yapıyorlar ama bu devlet de aynı olacak.
Şu an gündemimizde sandık güvenliği var. Sol içerisinde sandık güvenliği basitçe oyun fiziki çalınmasına engel olmak olarak görülüyor. Elbette bu da önemli ama yeterli mi? Sen nasıl değerlendirirsin?
Seçime giderken tartışılan iki mesele var; bunlardan biri Erdoğan’ın sandığı, seçim sonuçlarını tanımayacağı ya da son yirmi gün içinde ortalığı kan revana boyayacağı yönünde. Bu beklentilerin altında tarihsel deneyimler yatıyor, insanlar böyle beklentilere girmekte haksız değil. 7 Haziran süreci ve özellikle bu iktidarın hem ittifakları hem de var olan potansiyeli bu kaygıların oluşmasına yol açıyor. Zira kaybeden ama kaybetme lüksü olmayan bir iktidarla yüz yüzeyiz. Baştan sona suça, yağmaya, yolsuzluğa bulaşmış, kara para aklayan; hatta uluslararası suça bulaşan, Irak’tan petrol kaçakçılığından tutun, IŞİD’ e silah satmaya kadar; hatta Somali’deki radikal İslamcılara THY uçakları götürmeye, insan kaçakçılığından uyuşturucu kaçakçılığına kadar bir dizi uluslararası suç işleyen bir iktidarla yüz yüzeyiz. Yargılanmamak için iktidarda tutunmaya muhtaç, direnme potansiyeli yüksek olan bir iktidar bloğundan söz ediyoruz.
Seçim meselesi gündeme geldiğinde sandık güvenliği tartışması ve klasik teknik yorumlar geliyor. Mesela sandık görevlilerinin sayısını arttıralım, takip sistemi kuralım, bilgisayar programları oluşturalım ve benzeri gibi. Ben bütün bunların aslında tersten bir pasifizmi, bir bütün olarak da edilgenlikle beraber teslimiyeti barındırdığını, az önce de söylediğim gibi restorasyon süreciyle uyumlu olduğunu düşünüyorum. Bunu adalet arayışının hukuk içinde yapılmasına benzetiyorum. Örneğin Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı adaylığını YSK’ya şikayet ederek çözmeye çalışmak aslında hukuka uygun olmadığını söyleyerek yapmak. Aslında hukuk çoktandır askıya alınmış halde. Hukuksuzluk demek; güçlünün hukukunun, hukuk olması demek. Hukuk meselesi sadece siyasi bir mesele değildir. Hukuk meselesi aslında birebir üretimin yapısında askıya alındı. Esnek çalışma ya da neoliberal üretim politikaları, iş yaşamında tam bir kuralsızlık demek. İş hayatında kuralı oturtan, işçi sınıfının mücadelesidir. Üretimin başlangıcında, özellikle 1750’lerden 1850’lere kadar süren süreç; işçi sınıfının, iş hayatına kural oturtma çabasından ibarettir ve bu mücadele günümüze kadar gelmiştir. 8 saat iş günü mücadelesi, 1 Mayıs mücadelesine giderken hep bunu anarız. Yüzlerce işçinin hayatını kaybettiği, ağır bedeller ödediği süreçlerde bu kavgalar sonucunda iş hayatına kurallar getirilmiştir. Esnek çalışma, bu kuralların yok edilerek kuralsız çalışmanın kurallarının getirilmesidir. İş hayatında kuralsız çalışma demek; patronun her dediğinin kural haline getirilmesi demektir. Toplumsal hayatta da hukuksuzluk demek, devleti yönetenin her söylediğinin hukuk olması anlamına gelir. O zaman biz hukuksuzluğun içinde hukuk arayışına gireceksek, hukuksuzluğun yaratıldığı yerle mücadele etmeliyiz. Hukuku nasıl kurduysak yine aynı yerden yürümeliyiz. Erdoğan’ın başkanlığını engellemenin yolu YSK değildir; adaylığını engelleyecek olan halk kitleleri, mücadele zeminidir. Biz sokağı çok uzun süredir boşalttık. Bu sınıf mücadelesi için de geçerli. Neoliberal yıkım, sınıfı parçalayıp neredeyse işçiyi işçiye karşı getirirken; sendikaların ataleti, hatta bu sisteme uyumlu olması, taşeronlara seyirci kalması, dar, küçük hesapları neticesinde geldiğimiz noktada sosyalizmin ağır yenilgisini, sınıf hareketinin uluslararası çapta geri çekilmesini düşündüğümüzde, bunların bir yansıması olarak da sokaktaki mücadele ciddi şekilde daraldı ve geri çekildi. Ben OHAL döneminden beri uzun süredir sokaktayım ve görüyorum. Kadıköy’de Boğaziçi eylemlerine katılmıştım, bir arkadaş sormuştu nasıl görüyorsun diye, dedim ki, toplumsal mücadele örgütlenmenin önüne geçmiş durumda.
Burada aynı zamanda sol açısından bir sıkışma da tarif ediyorsun. Biraz daha açar mısın?
Mao sınıf mücadelesini üç aşamada değerlendirir: Stratejik savunma, stratejik denge ve stratejik saldırı. Bu kavramların hepsi karşıt sınıflar için farklı anlamlar ifade eder. İşçi sınıfının savunma evresi, burjuvazide saldırı evresine gelir. Denge, işçi sınıfının artık burjuvaziye kendi taleplerini kabul ettiremese bile geri adım atmayacak hale gelmiş olması aşamasıdır. Örgütler, 12 Eylül yenilgisini anlıyor ama savunma aşamasındalar ve hala geri duruyorlar. Yani toplumsal mücadele siyasal örgütlerin perspektifinin de mücadelesinin önüne geçmiş durumda. Sokak mücadelesini daha çok örgütsüz kitleler sürüklüyor, öne çıkarıyor. Örgütlülerin müdahalesi çoğu zaman bu örgütsüz kitleleri geri çekme ya da dağıtma yönünde oluyor. Radikal olanların ise gücü yetmiyor. Sokağın bu kadar boşaltılmış olması sandığın da güvensiz olduğu anlamına gelir. Sandığı korumanın yolu, sandığın başına birilerini koymak değil; sandığı çalanın, çalamaz hale getirilmesidir. Hırsızlık da böyle engellenir. Hırsızlık yapamaz hale gelmesi; hırsızlık yaparsa başına gelecek olandan korkar hale gelmesidir.
Teknoloji çağındayız, sandık sonuçları bilgisayardan açıklanacak. Siz ne kadar yetkin olduğunuzu söylerseniz söyleyin, sandıkların üstünde isterseniz geceden sabaha kadar uyuyun, devlet mekanizması bütünlüklü duruyorsa, sermaye ve diğer güçler destek veriyorsa o sabah sandıkta onların istediği sonuç çıkar. Biz bunu iki kez yaşadık. Biri 2018 seçimlerinde, Erdoğan çıktı, kazandım dedi bitti. Bir de 31 Mart seçimleri var. Binali Yıldırım ben kazandım dedi, sabah YSK başkanı çıktı İmamoğlu kazandı dedi. O YSK başkanı bir önceki seçimde Erdoğan kazanmış demişti. O gün Erdoğan kazandı dedirttiren güç 31 Mart’ta İmamoğlu kazandı dedirtti. Bürokrasi sırtını bir yere yaslamadan konuşmaz. O yüzden biz sokağı güçlü tutamazsak hep egemenlerin kendi yatay sınıf kavgalarının ya da klikler arası çatışmaların bizim yararımıza bir şeyler yaratıp yaratmayacağına kalırız. Bu yüzden sandık güvenliği meselesinde aslında çok geride kaldığımızı söyleyebilirim. Biz halk kitlelerinin mücadele zeminini geri tuttukça, parlamentoya sıkışıp sokaktan uzak durdukça aslında sandığı, devlet ve sermaye klikleri arasındaki çatışmaya teslim etmiş durumdayız. Sandığın başında birilerinin durması örgütlülüğü de ifade eder, bunlar da önemli şeylerdir ama tek başına yeterli değildir, önümüzdeki süreç açısından da bu kritik önem taşımaktadır.
2018’de Erdoğan sadece balkon konuşması yapıp kazandım demedi. Aynı zamanda bir sokak gücünü de gösterdi; özellikle darbeden sonra mobilize olmuş bir gücü sokağa çıkarabildi. Balkon konuşmasıyla, konvoylarla oldu bitti süreci yaratmış oldu. Yukarıda değindiğin devlet içi klikler, sadece seçim ve sandık güvenliğiyle ilgili bir konu değil aslında. Seçim sonrası süreçte de burjuva klikler arasında bir çatışmadan bahsedebiliriz.
Aslında sınıf savaşımı, sadece burjuvaziyle proletarya arasındaki dikey sınıf savaşımı değildir; bir de yatay sınıf savaşımı denen, bu sınıfların kendi fraksiyonları arasındaki mücadeleler de söz konusudur. Bu burjuvazi için de proletarya için de böyledir. Proletarya için somut örnek vereyim, Türkiye’de özelleştirme süreçleri asıl proletarya için bir sınıf mücadelesidir. Güvencesiz, yevmiyeli çalışan, günlükçü işçilerle; kadrolu, bir çeşit aristokratlaşan işçiler arasındaki mücadelenin sonucunda güvencesiz işçiler galip çıkmış, kadrolu işçilerin bütün kazanımları ortadan kaldırılmıştır. Sermaye o gün özelleştirme saldırısını, doğrudan işçi sınıfına yaslanarak gerçekleştirmişti. Bu bir yatay sınıf savaşıdır. Aynı şey burjuvazi için de söz konusu ve günümüzde bu savaş ciddi boyut kazanmış durumda. Bugün Erdoğan’ın rejimini krize sokan sadece ekonomik kriz değildir. Tekelci, büyük sermayenin çıkarlarına hizmet edemiyor hale gelmiş olması da krize sokmuştur.
Benim iddiam şudur: 12 Eylül sürecinde yeni bir üretim tarzına geçerken, sermaye için en büyük tehdit işçi sınıfının örgütlü ve militan gücüydü ve bunu darbe yoluyla tasfiye etti. İşçi sınıfı onun yeni üretim tarzına geçmede en büyük engeli oldu ve bugün de sermaye yeni bir üretim tarzına geçmeye çalışıyor. Önünde engel olan bu sefer işçi sınıfı değil ama sermayenin başka bir kliği olan, Anadolu orta sermayesine yaslanan, eski tarz üretimden beslenen ve kendi varlığını orada ifade eden bir iktidar bloğu. Sermaye yeni bir üretime geçiyor TÜSİAD’la. CHP bunu vizyon belgesinde açıkça söyledi. Teknoloji üreten, teknolojiye yaslanan Avrupa Yeşil Sözleşmesine uygun davranan bir üretime geçecek. Örneğin Koç, devasa bir elektrikli motor fabrikasını Ford ile kurmaya çalışıyor, 4-5 milyar dolarlık yatırım yaptı. Aynı Koç Ankara’da, Manisa’da bu fabrikanın elektrikli parçalarını üretecek büyük yatırımlar planlıyor. LG ve Ford ile da anlaşmış durumda. Toyota da bunu yapıyor, diğerleri de yapmaya çalışıyor. Ama bunların uluslararası büyük yatırımlara ihtiyaçları var. Biliyoruz ki uluslararası sermayenin geliş koşulu içerde kendini döndürecek, yatırdığı yatırımını geri alacağı zamanın stabil geçmesidir. Ekonominin stabilizasyona oturması gerekir. Az çok uluslararası hukukun işlemesi ve eğitim altyapısını da buna uygun hale getirilmesi lazım. Vizyon belgesinde Kılıçdaroğlu’nun İstanbul’da sunduğu şey buydu. İstanbul’daki vizyon belgesi sunumu bizim sol tarafından çok eleştirildi. Halka değil daracık bir gruba yaptınız diyerek eleştirildi ama o vizyon belgesi zaten halka değil sermayeye sunuldu ve sermayenin desteği alındı.
Aslında en önemli soru şu: Sol burada ne yapacak?
Tam da oraya gelmek istiyorum. Restorasyon dediğimiz, sermayenin yeni sürece kendini yatırmasıdır. Muhtemelen Avrupa Birliğiyle uyumlu, suçlardan arınmış bir devlet mekanizması yaratılacak. Devlet bir suç örgütüdür; ama siyasi suç örgütüdür. Bizde devlet adli suç örgütüne döndü. Şimdi burada sol ne yapacak sorusu gündeme geliyor. Solu bekleyen çok büyük bir tehlike var. Bu tehlike; solun, devletin çizdiği restorasyonun sınırlarına sıkışıp kalmasıdır. Ve ne yazık ki şu ana kadar ortaya konan pratik buna zemin yaratmıştır. Tekrar söyleyeyim sermaye için en büyük tehdit yükselecek işçi sınıfı ve ona önderlik edecek sosyalist harekettir. Toplumsal muhalefeti kontrol etmenin en kritik yolu ona önderlik eden güçlerin elimine edilmesidir. Bu iki kanaldan yapılır: 1) Sistemin içine entegre edilirler, Avrupa Sosyalist Hareketi böyledir; 2) Sisteme entegre edilemeyenler ise marjinalize edilerek yok edilirler yani kitle bağları zayıflatılır. Türkiye çok ağır toplumsal çelişkilerden çıkarak yeni bir sürece giriyor. Çok büyük hak kayıpları çok ağır ekonomik kayıplar var. Ve doğal olarak da kitleler eğer sandığı politik bir eylem olarak görüyorlarsa bu kayıpların çok hızlı bir şekilde telafi edilmesini isteyecekler. Devlet kendi yasal sınırlarına çekildiği andan itibaren, yani örgütlenme ve mücadelenin önündeki devletin baskı aygıtı geri çekildiğinde, işçi ve sokak hareketlerinde de canlanmanın olacağını peşinen kabul etmek gerekir. Sıkıntı şurada başlar: Bu hareket devletin ve sermayenin sınırlarını aşacak mı, aşmayacak mı? Solu bekleyen sorun da burada. Zayıf olduğu nokta bu. Türkiye bir buçuk yılda, tarihinin en travmatik yoksullaşmasını yaşadı.
Sol bu ablukayı hangi yolla dağıtabilir?
Şunu öngörebiliriz, önümüzdeki süreçte kitle mücadelesi güçlenecek. Devlet bu kitle mücadelesini büyük oranda anayasal-yasal bir sınır içinde tutarak sermayenin ve restorasyon sürecinin kapsamı içinde tutup, elimine etmeye çalışarak bir tehdit olmaktan çıkaracak. Hatta bu, mücadelenin toplumsal öfkesinin adım adım sönümlenmesine de dönüşebilir.
Bir örnek vereyim. Yunanistan’da büyük grevlerin olduğu Syriza’nın öncesinde, IMF politikalarının gündeme geldiği dönemde,, NTV’nin muhabiri Stelyo Berberakis televizyona canlı bağlandı ve:
-"Yunanistan'da durum nedir?"
-"Genel grev var ama sokakta kimse yok", dedi.
-"Niye?", dedi.
-"Yoruldular, hiçbir şey kazanamıyorlar. Bu 8 yada 9. grev, hiçbir şey kazanamadıkları için insanlar sıkıldı, işe gitmediler, sokağa da çıkmadılar", dedi.
Bizi bekleyen tehlike budur. Aslında AKP bizim açımızdan büyük bir iş yaptı. Bizim kırk yılda yapamadığımızı, iğneyle kazarak yapmaya çalıştığımızı, devletin sınıfsal kimliğini deşifre etme ve sınıf çelişkisini keskinleştirme işini 2-3 yılda becerdi. İnsanların gözünde şu anda bir devlet yok. İçinde bulunduğumuz durum, teorinin gerçek anlamıyla devlet aygıtının dağılması durumudur. Devlet teorik olarak bitmiş durumda. AKP’nin devleti var, patronların polisi var, inşaat ve maden baronlarının da jandarması var. İnsanların gözünde devlet tüm meşruluğunu yitirdi. Aslında bizim yapmaya çalıştığımız buydu. Marksizm, mücadelenin temel hareket noktalarından birinin, insanların bu ön kabullerinin yıkılması olduğunu söyler. Bu ön kabuller kırılmıştı ama biz bunu sermayeye ve bir bütün olarak devlete karşı mücadeleye dönüştürmeyi beceremedik. İktidar karşıtı, hatta AKP karşıtı bir söyleme sıkıştık. Bunu da mücadeleye dönüştürme konusunda yetkin olamadık. Az önce de söyledim, en travmatik yoksullaşma yaşandı, sol sokağa çıkmadı. Pandemi döneminde de aynı şey oldu. Sokağa çıkmadığı gibi taleplerle yetindi ama bu talepler ekseninde bir mücadeleyi de örgütleyemedi ki bunun için yan yana gelmesi gerekiyordu.
Peki önümüzdeki süreç ne olacak? Bu temel bir sorun olarak duruyor. Benim iddiam şudur: Sokağa değen, sınıf mücadelesini toplumsal mücadeleyle iç içe yürüterek bunu devletin ve sermayenin istemleri dışında ifade eden bir siyasallığa taşıyabilen yapı büyüyecektir. Ama bu muhtemelen var olan sol örgütlerin hiçbiri olmayacak. Çünkü var olan örgütsel yapılar, pratikleriyle, programatik duruşları, işleyişleri ve vizyonlarıyla sokağa adres olmanın ötesindeler. Bu konuda ilerleyen bazı hareketler çok ciddi kitleselleşme de sağladılar ama bu kitleselleşme sokaktaki mücadeleye, birebir örgütlü mücadeleye dayanmıyor. Sosyalist hareketin içinden topluma bu vizyonu veren bir hareket çıkarılabilmesi için iki temel noktaya yaslanmalı. Sözün ağırlığının olması lazım. Sözün ağırlığı, toplumu ifade eden, toplumu temsil eden (yanlış anlamayalım ama) kanaat önderleri olarak bugün anlatılan; aslında politik olarak topluma yaslanan, toplumun içinden sıyrılmış doğal önderlerin, toplumla beraber hareket eden ve söylemi, programı, işleyişiyle toplumun bütününe seslenebilen; özellikle de işçi sınıfına yaslanan ama sınıf söylemini kaba bir işçiciliğe büründürmeden, toplumun bütün alanlarıyla beraber yürütecek bir siyasal hareket örebilirsek, önümüzdeki süreçte yol alma şansımız fazla olacaktır.
Şöyle bir şeyle de karşılaşacağız. Eğer bir restorasyon sürecine girersek Kürt sorununda da yol alınacağı için işçi sınıfında şovenizmin de daha gerilediği ve siyasal çalışmanın çok daha kolaylaşabileceği şanslı bir döneme gireceğiz. Bir şansımız daha olacak, sınıf hareketinde küresel ölçekte bir canlanma da söz konusu, Fransa’dan Almanya’ya kadar Avrupa’da özellikle de anakarada çok ciddi bir sınıf hareketi, neoliberal yıkımın üstünden kendini ifade etmeye başladı. Ve bu hareket Fransa’daki gibi çok sert bir şekilde kendini ifade ediyor. Örgütsel yapılar, devrimci Marksist yapılar da adım adım oluşuyor.
Sorularımı yanıtladığın için çok teşekkürler Musa abi. Son olarak eklemek istediğin bir şeyler var mı?
Süreç bizim açımızdan çok elverişli fakat bunu kullanacak bir dizayna yeniden ihtiyacımız var. Sol bu parçalı yapısıyla, birbiriyle rekabet ederek, kendini büyütme derdi dışında bir şey düşünmeyen, parlamentarizme sıkışmış haliyle bu kitle hareketine önderlik edemez. Ya kitle hareketi kendi içinden bir önderlik çıkaracak ya da biz buna dair daha bütünlüklü bir siyasal yapıyı şekillendirerek önümüzdeki sürece önderlik edeceğiz. Bunu yapabilirsek başarırız.
Türkiye klasik bir Avrupa ülkesi değil, yani emperyalizme bağımlı bir ülke. Anayasadaki her gevşeme eninde sonunda toplumsal mücadelenin büyümesinin imkanlarını yaratacak. Devlet, ne kadar kendini restorasyon üzerinden, solu ve toplumsal mücadeleyi Avrupa’daki gibi anayasal mücadeleye sıkıştırmaya kalkarsa kalksın, sermayenin, ekonomik, siyasal veya hegemonik gücü bu toplumsal hareketi absorbe etmeye yetmez. Kitle hareketi, doğal bir şekilde sistemin dilinin sınırlarının dışına çıkacak ve devrimci hareketin imkanlarını yaratacaktır. Biz buna şimdiden soyunup peşinden koşmalıyız.