Göçmen Tartışmaları ve Irkçılık
Kimi zaman şiddetli bir şekilde cereyan eden göçmen tartışması yeniden gündemin ana hattını oluşturuyor. Son zamanlardaki tartışmaların başrolünde Zafer Partisi var. Genel Başkan Ümit Özdağ’ın temel söylemini de göçmen düşmanlığı oluşturuyor. Sonuçta, göçmen karşıtı olanların artık yanaşabilecekleri bir liman olarak da düşünebiliriz. Peki bu yükselen, bazen örtülü bazen apaçık yapılan ve göçmenler üzerinden ilerleyen ırkçılığı nasıl anlamalıyız? Elbette ister istemez birden fazla parametre düşünülmek üzere ön plana çıkıyor. Mesela, muhalefetin ve iktidarın karşı karşıya geldiği milliyetçi tartışma sahası. Muhalefet, toplumcu bir akıl yürütme ya da ayağı yere basan bir muhalefet yapamadığı için iktidarın kendi kodları ile yarı yarıya uyuşmadığı bir durumu kendine devşirerek, iktidara kendi dilinden hesap sorma arayışına giriyor. İktidarın bugüne kadarki farklı olaylara cevap olarak kullandığı ayrıştırıcı, dışlayıcı dile karşı olanlar, bugün benzer yapıdaki bu dili kendileri için kullanıyorlar. Bu, teknik olarak iktidarın halihazırdaki tüm söylemlerini, tüm dışlayıcı ve anti-demokratik tutumunu onaylamak ya da aynı dili kullanarak siyaset yapmak için sıralarını beklediği anlamına geliyor. Bunun bir çeşit muhalefet acizliği olduğu apaçık ortada. Hem ekonomik hem sosyal travmaların peşi sıra yaşandığı bugünlerde, muhalefetin odağı bir anda, aslında iktidarın dilinin oldukça konforlu bir şekilde kullanılabildiği göçmen tartışmasına dönüyor. Hatta daha da ileri giderek ülkenin en büyük probleminin bu olduğunu iddia ediyorlar.
Burayı açarsak, problemin tanımlanması aşamasında sıkça kullanılan anahtar kelimeleri belirtmek gerekiyor. Ekonomik maliyet, kriminal unsur, kalıcılık ve kültürel tehdit. Bu anahtar kelimeleri sırasıyla ele alalım. Ekonomik maliyet en komik argümanlardan birisi. Gayrı safi milli hasıla (GSMH) hesabında, göçmenlerin ürettiği katma değer hesaplanıyor fakat kişi başı için bölünürken hesap edilmiyor. GSMH ile ülkenin borçlanma kapasitesi arttığı için alt yapı yatırımları için gerekli bütçe finanse edilebilir hale geliyor. Elbette tek kalem olarak göçmen gruplarının ürettiği malları kastetmiyorum ancak öyle ya da böyle göçmenler bu ülkede üretimde, bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşına nazaran daha fazla emeğini satmak durumunda olduğu için ekonomide önemli bir rol oynamakta. Yani genel olarak dışlayıcı dedikodunun (Hepsine maaş bağlamışlar, yatıyorlar.) aksine göçmenlerin hayatta kalmaları için çalışmaları diğer bir deyişle sömürülmeleri gerekiyor. Bu sömürülme işleyişi de genelgeçer işveren tutumunu da hesaba katarsak şiddetli bir şekilde gerçekleşiyor. Çalışma saatleri, ücretler, sigortasız çalıştırma, merdiven altı çalışma, sağlık riski içeren (kot taşlama ya da boya gibi) işlerde istihdam etme gibi çeşitli “hak ihlalleri” gerçekleşiyor. Diğer anahtar kelime olan kriminal unsura geçelim. Bu durum başlı başına, yukarıda bahsi geçen beceriksiz muhalif kitlenin, dünyanın her tarafında “kriminal” olarak ifade edilen durumları kendi lehlerine cımbızlayarak göstermeleri durumu. Sosyal medyadaki ideolojik yüklemelerin çoğunda tedirgin edici nitelikte tıpa tıp benzer argümanlar ortaya çıkıyor. Özellikle kadınların taciz edilmesi videolarının peş peşe paylaşımlarında olduğu gibi. Sanki göçmenlerin her suçunu onaylamak ile göçmenleri onaylamak aynı kapıya çıkıyor gibi tuhaf bir atmosfer yaratılıyor. Sinsi bir ayrıntı olarak göçmenlere karşı pozitif olan insanlara da bu “suça” ortak olduklarını dikte etmeleri kendini gösteriyor. Halbuki kimsenin öyle bir beyanı olmadı. Suçun önlenmesi de ülkenin kolluk kuvvetleri ve yasaları ile alakalı bir durum. Taciz vakalarını kimsenin onayladığı yok. Kamusal alan bilincinin Avrupalı topluluklara nazaran daha az olduğu ülkemizde, sokakta yani kamusal alanda suç işleyen ile vatandaş arasındaki ilişkiyi de bu durumda hesaba katmamız gerekiyor. Küçük bir parantez ile bu konunun da açılması gerekiyor. Şiddetli ve net bir biçimde, suçun gerçekleşmesine müteakip gerekli işlemlerin yapılması gerektiğini talep etmemiz gerekiyor. Muhatap, görüldüğü üzere yine göçmenler değil. Yalnızca barınmak için geldiği ülkede, emeğini veren milyonlarca göçmeni, kriminal olan göçmenin suçu tahvil edilerek adeta cadı kazanına atmaya çalışıyorlar. Kriminal olan kriminal olandır. Kriminal olan göçmense de kriminaldir. Böylesi bir durumda, kriminal olan birisinin değerlendirilmesinde ısrarla kullanılan göçmenlik ayrıntısı, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan kriminal bir öznenin olumlanması anlamına çıkar. Dolayısı ile kriminal etiketi de kolayca kullanılabilen ancak temelsiz bir argüman. Farklı bir bakış açısı olarak da hesaba katılması gereken bir ayrıntı var: Göçmenlerin suça meyilli olduğuna dair çeşitli çalışmalar var ancak bu da yönetim ve entegrasyon sorunu ile iç içe geçmiş bir sorun olarak kendisini gösteriyor. Dışlanmış ve ötekileştirilmiş veya yersiz yurtsuzlaştırılmış insanın suça meyili doğası gereği artıyor. Bu, göçmenler nazarında düşünüldüğünde problemin tutum ve yönetim problemi olduğu anlaşılıyor. Diğer anahtar kelimeye geçelim: Kalıcılık. Ülkeden kovmak gibi aşağılık bir söylemle kendisini gösteren bu durum, kendisinin özellikle son günlerde kullanmaktan imtina ettiği anayasal haklarının da içinde olduğu vatandaşlığının, tuhaf bir kibirle kendini inşa etmesi olarak düşünülebilir. Dünyanın hemen hemen her yerinde ortaya çıkan yıkıma, savaşa, buhrana rağmen aslında hiç öyle bir şey gerçekleşmemiş gibi davranmayla aynı kapıya çıkan bir durum bu. Yüzyıllardır göç ediliyor ve bunun gerçekleşmesinin öyle ya da böyle bazı sebepleri var ve sonuç olarak elbette kalıcılık da ortaya çıkacak. Göç edilmemesi için barışçıl ve evrensel tavır almak ile bunun sonucuna karşı olmak birbirinden alakasız şeyler. Dördüncü ve son anahtar kelime: Kültürel tehdit. Türkiye ve özellikle Osmanlı devleti, coğrafyası gereği her zaman farklı kültürlerle iç içe yaşamış ve birbirlerinden sürekli alışveriş yapmışlardır. Oldukça esnek yapısı olan bu coğrafyanın kültürü tarih boyunca hep dinamik bir halde süregelmiştir. Bu dışlayıcı söylemin ardında, geleceğe dair belirsizliğe oynanan kumar var. Amerikan kültürünün buram buram yaşandığı ülkemizde, yalnızca göçmenlerin kültürüne karşı olmak iki yüzlülük olarak geliyor. Diğer bir taraftan da öz kültüre karşı bir güvensizlik duyulduğunun belirtisi olarak da düşünülebilir. Ancak bu coğrafyanın öyle güvenilmez ve yıkılacak hatta sarsılacak tek bir kültürü yok. Tek tek farklı kültür dinamiklerini ele alarak detaylandırmak başka bir yazının konusu olur.
Diğer taraftan, göçmenlerin bayram tatilinde sokağa çıkmasından hazımsızlık duyan ve bu duruma karşı kendini konulabilecek en kolay tarafa koyan aciz muhalif güruh, “Başka ne şekilde olabilir ya da doğru çözüm ve politika nedir?” diye arayışa girmek yerine, iktidardan boşalan sağ popülist tartışma sahasına balıklama atlıyor. Göçmenlere yönelik olarak iktidarın “Çünkü Müslümanlar” argümanının seküler kitle tarafından karşılanması, aciz bir alan olan popülizm cephesinde gerçekleşiyor. Göçmen karşıtı fakat muhafazakar insanların Türkçe’de sıklıkla ifade edilen “Allah’ın parkı” ya da “Allah’ın sokağı” gibi ifadelere riayet etmedikleri görülüyor. Doğru politikaları öneren ve göçmenlerle doğru iletişimi kurabilecek sosyalistlere de bu durumda çok iş düşüyor. İstanbul Sözleşmesi eylemlerine katılan göçmenlerin sınır dışı edildiği gerçeğini de hesaba katarak dinamik bir çerçevede iletişim içinde kalmak gerektiği kanaatindeyim. Sosyal medyada yükselen ve özellikle kendini muhalif olarak tanımlayan kitlenin bulanık ırkçılığı, bir parti tarafından temsil alanı bulduğu için geçici tonlara girmesi zor olacaktır. Ancak bayram tatili bittiğine göre göçmenler artık ülkede yaşayabilmek için emek-yoğun sektörlerde emeklerini Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına peşkeş çekerek çalışmaya dönecekler. Bir sonraki dini bayrama kadar da çıkmayacaklar ve o zamana kadar da ortalık daha sakinleşecek.
Sonuç olarak, farklı cephelerden farklı safsatalar üretilerek, ülkenin içinde bulunduğu ekonomik koşulları ve sosyal depresyonu, göçmenlik tartışmalarına taşıyarak çatı bir açıklayıcı tema ile aklamaya çalışıyorlar. Üretimdeki ve bölüşümdeki içi boşaltılmış ve çürümeye devam eden sürecin, böylesi ucuz ve aciz kavramlarla tanımlanması ancak beceriksizlik ve işbilmezlik ile açıklanabilir. Bu durumun içinden ancak, problemlerin ve sürecin doğru okunması vasıtası ile çıkılabilir. Sosyal medyada ya da televizyon medyasında birbiri içine geçmiş, temellendirilmemiş, baştan aşağı yanlış okunan bir göçmenlik anlayışı var. Buna karşı olarak da gerçek problemlerin daha sık ve daha şiddetli bir şekilde dile getirilmesi gerektiği kanaatindeyim.