Hangi Marx?
Marx, dünya tarihinde düşünceleri üzerine en fazla konuşulan “düşünür”lerden birisi. Destekleyenler kadar düşmanlarının da hakkında konuşmayı sevdiği, “modern dünyanın dâhisi” gibi sıfatlar yakıştırılan bir “filozof”. İncelediği kapitalist sistem krize her girdiğinde akla gelen, meydanları dolduran ezilenlerin bayraklaştırdığı bir “devrimci”. Peki, tek bir Marx tanımı söz konusu olabilir mi? Yukarıda yapılan kısa girizgahta bile 3 ayrı sıfata yer verilmişken (düşünür, filozof, devrimci) Marx’ı tanımlamak bu kadar kolay olabilir mi?
Baştan söylemeli; Marx ve Marksizm, temel hatları ile çok sade şekilde tanımlanabilirken detaylandırılınca farklı tanımlar ve yaklaşımlara gebe, “karmaşık” bir kişi ve bir o kadar “karmaşık” bir felsefe. Neden karmaşık olduğu bu yazının konusu değil. Bu yazı, Marksizm’in sade ve anlaşılır olan temel hatlarının kasıtlı olarak çarpıtılması ve buna karşı mücadele etmenin önemi üzerinde duracak. Yani, paragrafın ilk cümlesinde vurgulanan sadeliğin karmaşıklaştırılması, çarpıtılması ve özünden koparılmasını ve bunların sebeplerini inceleyecek. Aynı zamanda son başlıkta sosyalistlerin Marx’a dair yanlış yaklaşımına da değinilecek.
Kapitalizmin içerisinden geçtiği kriz, artık herkesin malumu, 2008'den bu yana hem dünya ölçeğinde hem de Türkiye özelindeki yansımaları boyutuyla incelendi. Bu yansımaların en ünlüsü ise dünya çapında büyük yığınların kapitalizmin devamlılığını sorgular hale gelmesiydi. Kapitalizm o kadar kötü bir şöhret elde etti ki dünyanın en zengin insanları bile kapitalizmin kötülüklerinden bahsetmek zorunda kaldılar. Bunun yanında kapitalizm için bu krizin bazı başlıkları çok uzun yıllar sürecek gibi. Dünya her geçen gün daha da yaşanılamaz hale geliyor, iklim değişikliği kritik noktalarda, milyarlarca insan büyük bir hızla yoksullaşıyor. Yaşanan trajediler eskiye oranla daha fazla hissedilir hale geldi. İnsanlar sosyal medya araçları sayesinde bilgiye çok rahat ulaşabiliyor. Bu da en azından orta vadede egemen ideolojinin bilgi tekelini kırıyor ve insanlar çok küçük bir azınlığın iyi yaşaması için büyük yığınların nasıl feda edildiğini çok rahat öğreniyor. Farklı kıtalarda yoksullaşanların düşmanlarının aynı olduğu bugün çok daha anlaşılır bir halde. Kapitalist sistemin burjuva ideologları bu kalıcı sorunun farkındalar; bunu “çözmek” için bu alanlarda manipülasyona girişiyorlar. Sosyal medya trollüğü, egemen ideolojinin başta tarih olmak üzere sosyal bilimler üzerindeki çarpıtmaları, bütün dünyada ortaya çıkan baskıcı iktidarlar, kültürel yozlaşma vb. Bu sayılanların yanında son yıllarda zirve olan bir konu başlığı daha var. O da Marx manipülasyonu. Düzen akademisi, siyasetçileri ve popüler kültürü ile değiştirilmiş bir Marx yaratıyor ve insanlara bu Marx’ı pazarlıyor.
Marx Manipülasyonu
Yukarıda anlatılanlardan Marx’ın kapitalist sistem içerisinde ne denli “önemli” bir konumu olduğunu anlamak çok zor değil. O, özellikle kriz dönemlerinde ortaya çıkan en büyük düşman. Bu düşman, daha erken denilebilecek bir tarihte yoldaşı Engels ile birlikte kaleme aldığı Komünist Manifesto’da kapitalizmin krizi ve sonuna dair net tespitler yapar: “Burjuva üretim ve mübadele ilişkileri, burjuva mülkiyet ilişkileri, o dev üretim ve mübadele araçlarını peyda etmiş olan modern burjuva toplumu, büyüler yaparak çağırdığı cehennem kuvvetlerine artık söz geçiremeyen büyücünün durumuna düşmüş bulunuyor. On yıllardır sanayinin ve ticaretin tarihi, modern üretici güçlerin modern üretim ilişkilerine karşı, burjuvazinin ve onun hakimiyetinin yaşam koşulları olan mülkiyet ilişkilerine karşı isyanın tarihinden başka bir şey değildir.”[1] Yani, “Burjuva toplumun koşulları, bu koşulların yarattığı zenginliği kucaklayamayacak denli dardır.”[2] Marx ve Engels krizin kapitalizmin doğasında olduğunu çok net açıklar ve bununla da yetinmez. Kapitalizmin katilinin de onun içerisinden çıktığına işaret eder. “Ama burjuvazi kendisine ölüm getiren silahları yaratmakla kalmamış; bu silahları kullanacak insanları da var etmiştir, modern işçi sınıfını, proleterleri.”[3] Bu tespitler burjuvaziyi korkutacak kadar gerçek, sade ve keskindir. Bu özellikleri sayesinde tespiti söyleyenler ve inandıkları sosyalist yaşam, kapitalizm krize her girdiğinde insanlar için bir seçenek oldu. Kapitalizme karşı daha iyi bir yaşamın hayalini kuranlar, bu bilimsel rehberin izinden gitti.
Lafı fazla uzatıp konuyu dağıtmayalım. Son yıllardaki krizle iyice gündem haline gelen bilimsel sosyalizmin kurucularından Marx’ın, manipülasyon ve karalamadan nasibini almaması imkansızdı ve aldı. Bu manipülasyonlarda, karşımıza alışık olmadığımız bir insanın ortaya çıktığı yazılmıştı. Bu değiştirilmiş Marx, devrimci olmayan, filozof, akademik uzmanlıklara uyarlanmış garip bir insandı. Dünyayı anlamakla yetinmiş gibi duruyordu ve ona göre devamına gerek yoktu. Ayrıca epey de kapitalizm hayranıydı. Felsefesindeki radikal uçlar ise “maddi olarak kullandığı ve o öldükten sonra onu çarpıtan” Engels’ten geliyordu. İşte son dönemlerde kapitalistlerin ve bir kısım akademik solun “modern dünyanın dâhisi” dediği Marx böyle özetlenebilir. Şimdi yukarıda sayılan birkaç Marx’ı ele alalım.
Filozof Marx
Marx konusunda yapılan en büyük çarpıtma onun fildişi kulesinde oturup kitaplardan çıkardığı sonuçlar ile dünyayı yorumladığı düşüncesidir. Marx’ı sadece filozof olarak görenler, onu gerçek hayatla ilişkilendirmezler. O felsefe tartışmalarında kaybolmuş bir düşünürdür. Oysa Marx, tarihsel-materyalist düşünce sistemini örerken, proletaryanın devrimci rolünü keşfederken kendisini sadece düşünsel tartışmalardan sıyırmıştı. Meşhur 11. tez Marx’ın diğer filozoflar ile ayrım çizgisini ortaya koymuştur. Marx dünyayı algılamakla ve algıladığı dünyayla yetinmeyen bir devrimciydi. Bu dünyanın değişmesi için ömrünün büyük bir kısmını verdi. “Feuerbach’ın, insanların birbirleriyle ilişkileri hakkındaki tüm çıkarımları, insanların birbirlerine ihtiyaç duyduklarını kanıtlamakla sınırlı kalıyor. Söz konusu olgunun bilincini oluşturmak, yani diğer teorisyenler gibi, yalnızca, mevcut olgulardan biri hakkında doğru bir bilinç üretmek istiyor; oysa gerçek komünistler açısından önemli olan, var olanların yıkılmasıdır. Ayrıca, Feuerbach’ın, tam da söz konusu olgunun bilincini yaratmaya çalışırken, yalnızca, teorisyen ve filozof olmaktan vazgeçmeyen bir teorisyenin ulaşabileceği noktaya kadar gittiğini tam olarak biliyoruz.”[4] Marx için her şey bu kadar açık ve netti. Bir filozof olmaktan vazgeçmeyen bir teorisyen en fazla olguları anlayabilirdi, fakat filozoflukla yetinmemek, yani devrimci bir teorisyenlik bu olguların yıkılmasını istemekle ve mücadele etmekle mümkündü.
İşte Marx bütün hayatını ve düşüncelerini bu zemin üzerinden inşa etti. O, bir düşünür olarak devrimci gördüğü sınıf ile kaderini birleştirdi ve devrim anı için durmadan çalıştı. Ona göre devrimci sınıfın siyasetini yapan ve burjuva partilerine karşı mücadele edecek bir proleter parti olmalıydı. Hayatının büyük bir kısmında bu örgütü yaratmak için uğraştı. Örgüt içi mücadelelerden sıkılıp kendisini teorik çalışmalarına verdiği zamanlarda bile örgüt fikrine karşı değildi. Fiili olarak herhangi bir örgütün parçası olmadığı yıllardan hemen sonra Enternasyonal gibi bir yapının en büyük emektarlarından biri olacaktı. Çünkü o anladığını değiştirmekten hiç vazgeçmedi.
İktisatçı Marx
Marx’a dair bir diğer yaklaşım ise onun neredeyse basit bir iktisatçı olarak lanse edilmesi. Evet Marx dünyaya dair bir şeyler söylemiştir fakat söylediği her şey ekonomik yaklaşımlara indirgenerek ortaya atılmış fikirlerdir. Bu fikre dair çok şey yazıldı ve çizildi. Onun için bu yazı iki nokta üzerinde duracak ve lafı fazla uzatmayacağız.
İlk nokta, Marx için insan faaliyetlerinin temeli ve belki de insanın “doğası” denebilecek bir eylem, “üretken emek”. Marx’a göre emek insanın kendi dışındaki her olgu ile kurduğu bağın temelini oluşturuyordu. İnsan emek ile hayatta kalmış, gelişmiş ve insan olmuştu. İşte bu tespit, yani insanın insan olmasındaki en önemli hususun üretken emek olması tespiti, Marx’ın dünyaya bakışındaki temel argümanın üretim ilişkileri olduğunu açıklıyor. Çok basit, insanın kaderi emeği ile geliştiyse ve örneğin kapitalist üretim ilişkisi bu emeğin sömürülmesi anlamına geliyorsa, kapitalizm üretken emeği artı-değer yaratan emeğe indirgiyorsa bu aynı zamanda, insanın bütün yaşamsal faaliyetlerinin sömürülmesi ve metaya indirgenmesi anlamına gelmektedir. Çünkü insan en yaşamsal faaliyetini bile gerçekleştirmek için emeğini kullanmak zorundadır. Emeği ile yaşamını garanti altına alır ve ondan sonra sanat, bilim gibi alanlarla uğraşabilir. Bu yüzden Marx’a göre insanın özgürleşmesi için onun en hayati eylemi olan emeğinin özgürleşmesi gerekir. Yani insanın özgürlüğünü ve ürettiği dünyanın özelliklerinin temel belirleyeni, üretken emeğin durumunu belirleyen üretim ilişkileridir. O zaman insanlığın önündeki engelleri yok etmeniz için üretim ilişkilerini yok etmeniz gerekmektedir.
İkinci nokta ise “temel” kavramında yatıyor. Örneğin Marx, “Emek-sermaye çelişkisi kapitalizmin temel çelişkisidir.” dediğinde; Marx’ın kapitalizmde sadece emek-sermaye çelişkisi olduğunu söylediği ve bu yüzden Marx’ın ekonomik bir indirgemeci olduğu iddia ediliyor. Öyle ki Marx’ın gözü dokuma fabrikalarında olan bitenden başka bir şey görmüyormuş gibi (!) Burada “temel” kelimesinin kasıtlı olarak çarpıtıldığını görüyoruz. Emek-sermaye çelişkisine atfedilen temel kelimesi bu çelişkinin tek olduğunu değil, diğer çelişkilerden daha belirleyici olduğu anlamını taşıyor. Öyle ki bu çelişki üzerinden kurulan dünya diğer çelişkileri doğrudan etkiliyor.
Özetle, Marx ekonomik ilişkiye ve burada doğan çelişkilere önem atfederken bunu insanın bireysel yaşamı ve toplumsal ilişkilerinden koparmıyor. İnsanı ve toplumu etkileyen başka çelişkilerin olmadığından da söz etmiyor. O, mevcut üretim ilişkilerinin bütün çelişkilerini görebildiğimiz alanı aynı zamanda devrimin yattığı en önemli dinamik olarak görüyor. Bunu da bilimsel bir temelde tespit ediyor.
Engels Sapması
Yukarıda da bahsedildiği üzere Engels, Marx’ın çarpıtılmasından nasibini en fazla alandır. Öyle ki felsefenin kurucularından olan Engels, neredeyse görmezden gelinmiştir. Görme zorunluluğu olduğunda ise radikal bir sapma ve Marx’ın felsefesini yeterli derecede anlayamamış “amatör düşünür” olarak tariflenmiştir. Teze göre Engels’in askeri stratejilere kişisel merakı (Engels’in kişisel merak yelpazesinin geniş olduğu bilinen bir gerçek. Hatta bu “fazla merak” durumunun birçok kez Marx tarafından Engels’e şaka ile karışık eleştiri şeklinde söylendiği, ikilinin yakın çevresi tarafından oluşturulan anı kitaplarında aktarılmıştır.) Marx’ın felsefesini radikalleştiren en önemli etkendir. Kısacası entelektüel Marx’ın kötü devrimci olmasının ilk ve en önemli sebebi Engels’tir.
Baştan başlayarak gidelim. Öncelikle, Marksizm sadece Marx’ın felsefesi değildir. Marksizm'in (ileride Lenin ve birçok devrimcinin katkı yaptığı) temelini Marx ve Engels beraber atmışlardır. Engels’in kendisine ikinci keman görevini vererek Marx’ın dahiliğine özel atıflarda bulunuyor olması kendisinin çok geride olduğu anlamını taşımamaktadır. Buradan çıkarılacak sonuç, Marx’ın dönemin düşünürlerine göre çok ileride olduğudur. Bu yüzden karşımızda yetersiz bir düşünür değil, bilimsel sosyalizmin yetenekli ve devrimci teorisyeni durmaktadır. Aynı zamanda karşımızda duran, yoldaşının hakkını verecek ve ikinci olmaktan bir an bile gocunmayacak kadar alçak gönüllü bir insandır. Engels’e gelen bu eleştirileri boşa çıkaracak en büyük kanıt ise yine Engels'in hayatı ve Marx ile olan ilişkisidir. İkili tanışmadan önce yazılmış olan “İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu” adlı yapıtta Marksist düşüncenin izlerini çok rahat görebilmek mümkündür. Marx ve Engels’i birbirine sıkı sıkıya bağlayan dostluk bu düşünsel birliktelikte yatmaktadır. Yine Engels’in kaleme aldığı ve döneminde çok ses getiren “Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu” eseri Marx’ın yakından takip ettiği ve yer yer ekler yaptığı bir eserdir. Bu eser nedense, Marx tarafından desteklenmediği yönünde dedikodular ile anılmıştır.
“Devrimci Sapma” konusunda ise yukarıdaki Marx anlatıları yeterince açıklayıcı. İkilinin ortaya koymuş olduğu düşünceler tekrar bir sapmaya ihtiyaç duymayacak kadar devrimciydi. Zira felsefenin kavram seti “radikallik” açısından o kadar zengin ki ya Engels çarpıtma konusunda çok yetenekliydi ya da Marx kullandığı kavramların anlamlarını bilmiyordu.
Özetle Engels’i hem Marx’tan hem de Marksist felsefeden ayırmak imkansızdır. Bu ayrılma ancak büyük bir zorlama ve Marx’ı çarpıtma ile meydana gelebilir. Fakat bu ayrışma, bahsedilen çizgi için bir o kadar da hayatidir. Çünkü eğer uzlaştırılmış bir Marksizm hayaliniz varsa “Önce siz ateş edin mösyö burjuvazi.” diyen birisinden kurtulmanız gerekir. İşte bu yüzden manipüle edilmiş bir Marx okumasının ilk işi Engels’i Marx’tan ayırmaya çalışmak oldu. Yine, işte bu yüzden komünistler bugün en radikal hocalarının ismini daha yüksek sesle haykırmak zorundadır.
Saldırılar Karşısında Ortodoks Marksizm'i Yükseltelim
Son olarak sorulması gereken soru ise bu çarpıtma ve saldırılara karşı komünistlerin cevabı ne olmalıdır? Bu soruya verilecek net bir cevap var: Ortodoks Marksizm'in sesini yeniden yükseltmek. Nasıl olacağından önce kısaca “Ortodoks Marksizm”den ne anlamıyoruz ve ne anlıyoruz onu açıklamak gerekecek. Ne anlamıyoruz sorusuna dair temel bir noktaya değinmek yeterli olacak. Bu nokta bugün Türkiye Sosyalist Hareketi'nin birçoğunun düştüğü yanlıştır ve Ortodoks Marksizm'i sığ ve sekter bir Marx okuması ile eş tutmak olarak özetlenebilir. “Sığ” ve “sekter” kelimelerini bilerek yan yana kullandık. Çünkü bu kavramlar birbirini doğurmaktadır. Marksizm’in sığ okunuşunu aynı zamanda onun en sekter kavranışını da beraberinde getirir.
Marksist klasikler, üzerine inşa edildiği yöntemin göz ardı edildiği ve sadece didaktik bir metin olarak incelendiği zaman “günümüze” pek de cevap vermezler. İşte Marksizm'i böyle okuyan “ortodoksluğun” en büyük çelişkisi burada yatar. Bu ortodoksluk anlayışına göre kapitalizm, yaklaşık 19. yüzyıldan beri hiç değişmemeli, dinamikleri ve yöntemleri neredeyse hep aynı kalmalıdır. Eğer burada “yeni” olan bir şeyden bahsederseniz veya Marksizm'i … yüzyıl ışığında geliştirmeli derseniz, sonunuz sapmadan başka bir şey değildir. Fakat tarihin bir cilvesi var. Olgular siz isteseniz de istemeseniz de kendisini göstermekte ve gelişmektedir. İşte bu gerçeklik sekter okumanın temel çelişkisi. Kendisine rağmen, kendisini dayatan olgular ile başa çıkamadığı an suçu Marksizm'de aramak veya gerçekliğin kendisinden koparak cemaatleşmek. İşte Türkiye Sosyalist Hareketi'nde kendisine “ortodoks” diyen Marksistlerin bir kısmı sekter okumanın bataklığına düşmüşlerdir. Örneğin 90’larda kadın, LGBTİ+, “beyaz yaka” gibi birçok dinamiği yukarıda tarif edilen sekterlik ile okumuş, bu dinamikleri sadece güncel politik konumlarına göre ele almış ve bunları Marksist açıdan incelemek yerine dışlamayı tercih etmişlerdir. Fakat bugün bu kavramların hepsi tartışmasız düzeni krize sokabilecek dinamik olarak karşımıza çıkmaktadır. Yaklaşık 20 yıl gibi bir gecikme, sosyalist hareketten bağımsız gelişmelerine sebep olmuştur ve sosyalist hareket yeni yeni bu dinamikleri tanımaya çalışmaktadır. Yine bir kısım ise kendi gerçekliğini yaratarak bu başlıkların genel inkarına devam etmektedir.
Bu sekter yaklaşımın bir diğer sorunu ise hiçbir zaman devrimci anın geldiğine ikna olamayacak olmasıdır. Tarihte burjuva devrimleri ve sosyalist devrimler birbirlerine pek benzemezler, her coğrafya temel aldığı ideolojik yaklaşıma kendi özgün durumunu da katarak bir strateji belirler ve bu yolda bir devrim yürüyüşü gerçekleştirir. Bu coğrafyaların devrimci anları da bir özgünlük taşır. Genel grev, ulusal mücadele veya bir dünya savaşı birbirleri ile aynı koşulları yaratamazlar. İşte Marksizm'i kendi coğrafyasının özgünlüğü ile harmanlayamayan bir anlayışın, özgün bir devrim stratejisi yaratması imkansızdır. Aynı zamanda devrim anının özgün koşullarını da göremeyecek ve devrimin tıpkı Ekim Devrimi gibi olacağını düşünecektir. Bizim devrimimizin genel hatlarıyla Ekim Devrimi'ne benzeme olasılığı vardır fakat birçok açıdan da ona hiç benzemeyecektir.
Kısacası bugün Marksizm'i devrim fikrinden ayıran yorumları ve kendisini tarihin dışına iten ve buna "ortodoksluk" diyen sekter ve sığ yaklaşıma karşı çıkmak gerek. Bu karşı çıkışın dayanacağı Ortodoks Marksizm'i ise Lukacs çok iyi tarif etmiştir: “Tam tersine, ortodoksluk yalnız ve yalnız yöntem konusundadır; doğru araştırma veya sorgulama yönteminin diyalektik Marksizm'de bulunabileceği, bu yöntemin sadece onun kurucusunun anlayışı ve çizgisinde gerçekleştirebileceği, genişletilip derinleştirilebileceği şeklinde varılan bilimsel bir kanaattir. Bu yöntemi aşmaya ya da iyileştirmeye yönelik tüm girişimlerin işi sonunda yüzeyselleştirmeye, besbellileştirmeye ve eklektisizme vardıkları ve vardırmaya mahkum olacakları kanaatidir.” Bu tanıma günümüzün ışığında bir ek daha yapmak gerekir. Bugün ortodoksluk, Marksizm'in devrimci yöntemi ile geliştirilmiş kavramların bir adım öne çıkarılmasıdır. Proletarya diktatörlüğü, emek sermaye çelişkisi ve elbette Lenin’in katkı sunup geliştirdiği kavramlar 21. yüzyıla uyarlanmayı beklemektedir. Dünyanın her yanına yayılmış isyanlar, gelir dağılımı eşitsizliğinin günden güne artması, eskiden orta sınıf denebilecek tabakaların hızla proleterleşmesi ve daha nice durum, devrimci yöntem ile yorumlanmayı beklemektedir.
Kısacası yaşadığı dünyayı ve gelişmeleri kendisine, felsefesine yabancı görmeyen, Marksist yöntemin kendisini temel alan ve bu yöntemin ürünü kavramları geliştirmeye odaklı bir yaklaşıma biz ortodoksluk diyoruz. Devrimci öznelerin tarihin bu seyrinde kendisini bu şekilde kurması gerektiğini düşünüyoruz. “Bunlar zaten bilinen şeyler." denebilir. Fakat dedik ya mesele bilmek değil, mesele yöntemin kendisini içselleştirmek. Mesele ne bildiğimiz değil, bildiklerimizi nerede uyguladığımız. Mesele Marksist olmamız değil ne kadar ortodoks olduğumuz.
Sonuç
Yaşadığımız çağ sancılı ve zor. Bu zorluklar bir insanı fiziksel ve psikolojik olarak ablukaya almış durumda. İnsanlık kapitalizmin verdiği geri dönülmez zararların etkisini her an yaşar oldu. Bu baskı çok büyük yığınların öfkesi ile karşı karşıya. İnsanlar öfkeli ve savruk. Savruklar çünkü içerisinde yaşadıkları sistemden nasıl kurtulacaklarını bilmiyorlar. Sosyalist devrimci hareket insanların öfkesi ile ters orantılı şekilde küçüldü. Egemen ideolojinin saldırılarını karşılayamadı ve o da yalpalıyor. Sosyalist hareketin küçülmesi ile öfkeli yığınların bilmeme durumu ise doğru orantılı. Kapitalizmden kurtuluş rehberi küçülüyor, devrimci olmayan sol deneyimler ise tıkanarak çıkmaza giriyor.
İşte böyle bir durumda sosyalist devrimcilerin silkelenmesi ve birçok başlıkta arayı kapatması için “Ortodoks Marksizm” kavramına ihtiyaç var. Ne için dövüşüyoruz ve ne anlatıyoruz hatırlamaya ihtiyaç var. Sosyalist hareketin öncelikle kendi savrulmalarını durdurmaya, güncel mücadeleleri ile tarihsel rolünü birleştirmeye ihtiyacı var. Küçülmeyi engellemenin yolu daha fazla insan bulmaktan geçmiyor, çünkü Türkiye Sosyalist Hareketi sadece insan kaybederek küçülmüyor; ufku, hayalleri, hedefleri ve düşmanları da küçülüyor. Tehlikeli bir şekilde bu küçülmeyi gerçekçilik zannediyor, bu durum ise refleksif siyaseti ve sayısal hesaplamaları öncelikli hale getiriyor. İşte bu savrulmayı durdurmak için bizim de Marx’a dönmeye ihtiyacımız var. Bugünün en güncel ve en tarihsel meselelerinden birisi budur.
* Bu yazı Sosyalist Gelecek dergisinin 1. Sayısında “B. Aydın Doruk” mahlası ile yayınlanmıştır.
[1] Karl Marx ve Friedrich Engels’ten aktaran Sungur Savran, Üçüncü Büyük Depresyon, Yordam Kitap, 2013, ss 148
[2]Karl Marx/ Friedrich Engels, “Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri”, Sol Yayınları, 2005, ss 123
[3]A.g.e, ss 123
[4]Marx’tan aktaran Erkin Özalp, Teorisyeniniz Devrimciydi, Yordam Kitap, 2011, ss 21